Son kullanma tarihi geçmiş yabancı sınırlamasının buna zemin
hazırladığını savunabilirsiniz. Yine de teamülü oluşturanın, hala, oyuncuların
performansları/verimleri ya da potansiyelleriyle ilgilenmeyip sadece
pasaportları üzerinden dönen tartışmalar olduğunu görmek can sıkıcı olabiliyor.
Yabancılar üzerine kurulu takımlarla ligde tutunulamayacağı ezberi devam
ederken, altı sezonda sekiz takım değiştiren yerli seyyahlara bel bağlayanların
sonunun çoğu zaman daha kötü olduğu görülmek istenmiyor. Türkiye’deki basketbol
ortamını zenginleştirmekle ilgili bir derdi olmayan, burayı mezuniyet sonrası
birkaç yüz bin doları kolay yoldan iç edebilecekleri bir ülke olarak gören ve
‘istatistik hanelerindeki rakamları şişirip özgeçmişlerine ilave edilebilir
kılmak’ olan temel amaçları doğrultusunda takım kimyalarında geri dönüşü
olmayan bir tahribat yaratırken -üstüne üstlük- aşırı yetenekli gençlerimizin de
önüne set çeken yabancılar. Yabancılarımız… Onlara güvenmek yerine ‘kendi
yağında kavrulmak’ üzerine bir kariyer tasarlamış milli seyyahlarımıza, ligde
18 yılı deviren bir veteran olarak faul çizgisinden 35% ile isabet bulabilen
veya hala 15 yıl önce altyapılarda Tony Parker’ın belini kırdığı günün
hatırasıyla yaşayan ‘bizim çocuklara’ bel bağlayanlar arasından çıkacaktır
kazananlar. Bu konuda ciddiyseniz, ilk işiniz vasatlığa adadıkları büyük
eserlerinden bir kıta kiralamak olmalıdır.
Bu oyunun etrafında küçük de olsa bir toplumsal bellek
halesi oluşabildiyse, dünyanın daha fazla bir küreye benzediği son yirmi yılda saha
üzerinde buna önayak olanların içinde bizim çocukları seçmek ise pek de kolay
değil. Basketbola o son yirmi yıl içinde tutulan nesillerin ağzını
aradığınızda, kahramanı Harun Erdenay, Orhun Ene ya da Ufuk Sarıca olan her
çocuk için odasına Petar Naumoski, David Rivers, Conrad McRae, Marko Milic veya
Mitch Smith posterlerini (ya da onlarla ilgili gazete kupürlerini) asan bir
başkasını bulabiliyorsunuz. Bu kahramanların bazıları sadece birkaç seneliğine
Türkiye’yi ziyaret etmişlerdi ve şüphesiz birçoğu gerçekten de kolay birkaç yüz
bin doların peşindeydi. Dönemin Galatasaray taraftarlarının nostaljik
sohbetlerinde mutlaka rastlayacağınız Lloyd Daniels’ın, kendisiyle birlikte
takımını da yükseltme gibi büyük hedefleri olmadığını anlamak için üç hücum
izlemek yeterliydi. Buna mukabil, tüm tavırlarının toplamında oluşan persona o gün bir basketbol maçında
rastlayabileceğiniz en ilham verici şeydi. 1994-95 sezonunda kısa bir dönem
Efes Pilsen forması giyen Chris Corchiani’nin, her gün siparişlerini almaya
gelen kapıcı çocuğu Kenan’ı evlat edinmesi gibi hikayeler dilden dile
dolaşıyordu. (Kenan (Kevin) Corchiani birkaç sene önce Meleğin Sırları filminin yapımcı koltuğunda karşımıza çıkmıştı.)
Dolan istatistik haneleri çevreye sirayet etmiyor değildi.
Çağı imleyen milliyetçilik adındaki büyük hezeyanı hatırlayıp,
basketbol üzerinden dönen muhabbetlerdeki dilin en azından zenofobi sınırları
içinde kalıyor/daha ileri gitmiyor olması nedeniyle kendimizi neredeyse şanslı addedeceğiz.
Bunun yanında bahse konu ‘bizim çocuklar’ tanımının ne kadar muğlak ve geçişken
olduğunu izlemek de ilgi çekici olabiliyor. Bogdan Tanjevic kendisini, henüz 20
yaşındayken, bir vatandaşıyla birlikte Türkiye’ye getirip “Bu çocuğun
potansiyeline yatırım yapacağız” dediğinde büyük çaplı bir tepki yaratan Emir
Preldzic’in Türkiye forması giymeye başladıktan sonra bir anda kurtarıcı
statüsüne yükselmesi gibi şeyler. Onu Dejan Bodiroga’nın varisi ilan edenlerin,
“Neden kendi çocuklarımıza değil de Sloven/Boşnak çocuklarına yatırım
yapıyoruz” sorusunun eski sahipleri olduğunu görmekten söz ediyorum.
Hashtag: TB2L’de iki
yabancıya hayır.
Cem Pekdoğru, 2013
14 Ocak 2013 tarihli Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder