Fakat ABD bundan ibaret değil.
Veya Hollywood’dan. Fransa’da ellili yıllarda sinema eleştirisinde yepyeni
boyutlar tanımlayan kült dergi Cahiers du
Cinéma’yı kuran film tutkunlarının çevrelerindekileri ikna etmeleri gereken
ilk şey buydu. Daha sonra bu kıtanın en yetkin filmlerinden bazılarını çekecek
olan Claude Chabrol, Jean-Luc Godard, François Truffaut, Jacques Rivette ve
Eric Rohmer derginin editoryal kadrosunu oluşturuyordu. Sinemanın bir dil
olduğu şiarına uygun olarak, elbette Hollywood’un pompaladığı ‘salt eğlence
olarak sinema’ tanımına tamamen karşıydılar. Ancak ABD’ye, o ülkenin ihraç
ettiği filmlerine, kültürüne ve hayat tarzına yoğun bir tepki duyulan bir
çevrede yaratmaya çalıştıkları entelektüel cephe, Hollywood’un çıkardığı auteurleri görmezden gelemezdi. Alfred
Hitchcock tartışmasız olarak temel sinematografik formların mucidiydi ve Howard
Hawks ile birlikte sarı sayfaların başat yol göstericisiydi. Onların ve
Godard’ın favori yönetmeni Nicholas Ray gibilerinin yanında olduklarını en
baştan ilan etmeliydiler. Anne Wiazemsky’ye tutulduktan sonra ilk kez gerçek
anlamda siyasallaşan Godard, La chinoise’in
(Çinli Kız, 1967) basın gösteriminde durumu şöyle özetler: “Dünya sineması
Amerikan endüstrisinin hakimiyeti altındadır. Bu çok doğru saptamaya ekleyecek
bir şey yoktur. Şimdi bizim, her şeyi bir yana bırakıp kendi çapımızda,
Hollywood-Cinecitta-Mosfilm-Pinewood imparatorluğunun bağrında “iki, üç veya
daha fazla Vietnam” yaratma mücadelesinin fitilini ateşlememiz ve hem ekonomik
hem de estetik anlamda ulusal, özgür, kardeşçe, yoldaşça ve dayanışma içinde
olan sinemalar yaratma mücadelesi vermemiz gerekmektedir.”
Yıllar içinde o sıralar derginin
başına geçmiş Rivette’i ve diğerlerini en çok etkileyen Amerikan yapımlarından
biri de John Cassavetes filmi Faces
(Yüzler, 1968) oldu. İlk dönemlerinde zaman zaman “yaratıcı + konu = eser”
formülünden sapıp sadece yaratıcıyı tutan bir bakışa teslim olan ve böylece
‘bir estetik kültü oluşturma’ tehlikesinin kıyısından dönen Yeni Dalga’nın
başarısı üzerinde birleştiği ilk ‘ustasız film’ sayılabilir. Bu cinéma vérité şaheseri, satirik bir çaba
içine girmeden ve “Tanrı olmaya heveslenmeden” doğrudan bir anlatı ortaya
koyuyordu. Konu alınan Amerikan orta sınıfının ilişkileriydi ve bir noktada
başta basmakalıp olarak görülen şeylerin içine sızarak onları olduğu gibi
resmetmeye vakıf olabilmişti. Faces
bugün bile kendine patlamak için bile alan bulamayan bir sınıfın, nasıl da
vasat hayatlarını idame ettirmek için sadece para kazanıp harcamaya odaklanmış
-kelimenin en yalın ve acı anlamıyla- tüketicilere dönüştüğünü belki de en iyi
anlatabilmiş filmdir.
Cassavetes ABD içinde bir
Vietnam’dır ve bu yüzden Rohmer’in dediği gibi “California kıyısını sevmemiz
gerekir. Orası kimilerinin bizi inandırdığı gibi kötülük yuvası bir diyar
değildir. Orası seçilmiş bir diyardır daha çok.” NBA içinde kurulabilecek en
‘beyaz’ takımı kurup Avrupa basketbolu oynamaya başlayan Rick Adelman da bir
Vietnam. (Bunun altında ırkçı bir gizli ajanda yoktu elbette, yalnızca işlerini
görebilecek bir İspanyol, bir Karadağlı ve bir Rus buldular.) Ya da her şeyin
onun gibi bir ucubeyi yok etmek üzerine kurulduğu anksiyete bozukluğundan
muzdarip Royce White. Bazen basketbol da bir dil ve bu dil içerisinde NBA
sadece 11 yaşındaki bir çocuğu ele geçirmeye yarayan bir hipnoz aracı değil.
Cem Pekdoğru, 2012
29 Ekim 2012 tarihli Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder