Gelgelelim, şu anda gözümüzü çevirdiğimiz noktada spor salonları var. Kimisi oyuna tutkuyla bağlı, kimisi bunu meslek edinmiş -derisi daha kalın- birtakım genç adamlar basketbol oynamak için toplanıyor. Üniformalı bazı adamlar da çok geçmeden gözümüze takılıyor. Bunlar daha yaşlıca adamlar ve görevleri oyunu adil kılmak. Her nasılsa, oyunun 110 yıllık kısa tarihinin bir noktasında, varlıklarının elzem olduğuna karar verilmiş. Tabii çoğu zaman sadece bunu seyretmek için orada olanlar da vardır, birbirinden farklı ve bu soyutlama içinde anlamsız gelebilecek bazı motivasyon kaynaklarıyla birlikte. Şimdiye dek boşuna bir çaba gibi gözüküyor ama, acaba burada bir ipucuna toslayabilir miyiz?
Bir görüntü düşüyor ekrana Edirne’den. Çok uzak bir yer sayılmaz. Medeniyetin dışında bırakılmış, böylece yaptıklarının sonuçlarını hesaplamak zorunda olmayacak kadar tecrit edilmiş insanların yaşadığı yerlerden değil kesinlikle. Memleketim olan şehre buradan daha yakın. Gözümüzün önünde. Sadece farklı olarak sıkıştırılmış bir formattaki, ekranıma düşmüş halini görüyorum gerçekliğin. Zaten artık böylesi makbul. “Olin Tribününde Polis Vahşeti” yazıyor altında. “Sen tasvir etmeye çalışsan hangi kelimeleri seçerdin” diyorum. Kolay bir iş olmadığına ikna olup vazgeçiyorum, kabul etmeyi yeğleyeceğim yenilgilerden… Birden bu çağda dünyanın yüzünü, insanoğlunun yüzünü saptayabilmek için doğru yere baktığımı hissediyorum. Fakat açılar yardımcı olmuyor, vahşetin öznesi olan tarafın yüzünü göremiyorum. Öte yandan bu açı, başka bir amaca hizmet ediyor. Hiç istemesen de o suça ortak hissediyorsun ve bu hissin tamamen asılsız olduğunu söylemek kolay değil. İnsanoğlunun nasıl duyumsamakta, düşünmekte veya davranmakta olduğunu sadece bu resimden çıkarabilecekmişim gibi geliyor. Tutkularını, kısırlıklarını, umutlarını çözümlemek için bakıyorum bu kez. Ingeborg Bachmann’ın sözüne inanmak istiyorum: ”İnsanoğlu gerçeği taşıyabilecek güçtedir.”
O kadar cesur değilim, gözlerimi kaçırıyorum. Batuğ Abi’nin denemelerinden birini hatırlıyorum, ‘bütün toplardan daha büyük turuncu top’ ile tanıştığı günlerden söz ediyordu.
“Öğrencisi dağılmış okulların bahçelerinde bekçilerden kaça kaça oynamaya çabalıyorduk… Bir basket maçı düşünün: her an bitebilir! Bekçilerin basketle hiçbir ilgileri yoktu. Ama oynanan maç için fors majör olduklarını bilirlerdi, bence sırf bu yüzden oyunun ırzına geçerlerdi. Okulun bekçisi, fakat öğrencilere posta koyuyor! Ne öğretmen, ne de öğrenci olan bu tiplerin okullarda ne işi olduğunu anlamıyordum. Bir halt öğretmiyor, basket sahasını boş tutuyor ve para alıyor! Zaman içinde hadiseye uyandım: bekçiler okul polisiydi. Kötüleri boldu. Onları hiç sevmedim. Davanın başlangıcı da budur işte: yok yere bizim tek pota maçların içine edip durmaları…”
On adamın bir basket maçı çevirmek için ihtiyaç duyacakları en son şey bir polistir.
Cem Pekdoğru, 2012
24 Aralık 2012 tarihli Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder