Ocak 20, 2016

Yeryüzünde İki Sürgün

“hepsi beyhudeymiş
ey vatanım
henüz vaktimiz varken
gel dostça ayrılalım”

(Juan Goytisolo, Kimlik Belirtileri,
çev. Neyire Gül Işık)



Becky

San Antonio Spurs, yeni sezonun dördüncü maçı için Madison Square Garden’da. Takım üçüncü çeyrekte iyi sinyaller vermiyor, bir ara hücum ritmi tamamen kayboluyor. 82 maçlık bir takvimin en önemsiz görünen durağında dahi sezon için belirleyici bir şeyle karşılaşılabileceğini bilecek kadar uzun süredir şampiyonluk mücadelesi veriyorlar. Son çeyrek öncesinde altı kişilik geniş asistan kadrosu Gregg Popovich’in yanında saf tutmuş, koçun söylediklerine kulak veriyor. Bir açık kalp ameliyatındaki doktorlar kadar ciddi görünüyorlar.

Asistanlardan bir tanesi için burası herhangi bir durak değil. Becky Hammon, kadın basketbolunda ortalama bir programa sahip olan Colorado State’i saygın bir konuma yükseltmekle geçirdiği dört yılın ardından 1999 WNBA seçmelerine girmiş, ancak adı okunan 50 oyuncudan biri olamamıştı. Sebebini anlamak zor değildi; çok değerli draft hakkını 1.68 boyunda, yavaş bir beyaz oyuncudan yana kullanacak kadar açık görüşlü bir takım yöneticisi çıkmamıştı. Bu büyük etiketlerin sahada gördükleri oyun zekasını, top hakimiyetini ve şut kabiliyetini gölgelemesine izin veriyorlardı. Hiç kimsenin onlara Becky Hammon’ı neden pas geçtiklerini sormayacaklarından emin olmaları da işlerini kolaylaştırıyordu muhakkak. Sonunda ona bir şans vermeye cüret eden ve sezon öncesi kampına çağıran takım New York Liberty oldu.

MSG tarihindeki en unutulmaz yüz gece arasında bir Liberty maçı olduğunu sanmıyorum. Öte yandan, Hammon’ın sekiz sezonluk Liberty hikayesinin birçok seyircinin kişisel tarihine unutulmaz geceler eklediğinden eminim. Henüz birkaç ay önce bu salonda kendisine bir “Onur Yüzüğü” bile takdim edildi. Güney Dakota’da yetişmişti ve insanların Güney Dakota’da yetişenlerden beklediği gibi günlerini avcılık, balıkçılık ve Cumhuriyetçilik ile geçiren bir aileden geliyordu. Şu anda ise olduğu yere aitmiş gibi duruyor – bir New Yorker. Yüzündeki gülümseme ve kırışıklıklar arasında yolumu yitiriyorum. Bu yüzün bir çocuğa mı, yoksa bir nineye mi ait olduğuna karar veremiyorum. John Berger’a göre tarihi anlarda bu olurmuş; böyle anlarda bazen iki, üç, hatta dört kuşağın bir saate sığdığı ve birlikte var olduğu görülürmüş. 1999 NBA finallerinden beridir, bir Knicks-Spurs maçına zaplayan hiç kimse zihnini tarihi bir ana tanıklık etme fikriyle meşgul etmemiştir. Ama bu, kesinlikle tarihi bir an. Birkaç sene içinde Becky Hammon bir NBA takımının başında sahaya çıkan ilk kadın başantrenör olduğunda bunun farkına varanların sayısı artacak.

Hammon tarih yazmaya dün gece başlamadı ve yaptığının etkileri yarın sabahın ötesine geçecek. O gün geldiğinde tanınabilir olacak tarihi anlardan bir başkası ise şimdilerde 2008 yazında ikamet ediyor.

2003 sezonunda yaptığı patlamanın ardından beş sezonda dört kez All-Star seçilen Hammon, buna rağmen takımı tarafından San Antonio Silver Stars’a gönderilmişti. Yeni evindeki ilk sezonunda oyununu bir adım daha yukarıya taşıdı ve o yılın MVP oylamasında ikinci sırayı aldı. Ödülü kazananın bir Avustralyalı olduğunu göz önüne alınca, o gün basketbol oynayan en iyi Amerikalı olduğu iddia edilebilirdi. Ama herkes böyle düşünmüyordu. Beijing 2008 öncesinde duyurulan 23 kişilik milli takım kadrosunda Hammon’a yer yoktu.

Günlerini hak ettiği değeri görmemekten şikayet ederek geçiren insanların çağında bir sandalye de o çekebilirdi. Yeteri kadar sebebi vardı. Bunun yerine hayatı boyunca yaptığını tekrarladı, ne istediğini bilerek girdiği bir odadaki en akıllı kişi oldu. Olimpiyat rüyasını gerçeğe dönüştürmek için kapısını çalan Rusya’nın teklifini kabul etti.


J.R.

Odadaki en akıllı kişi olmayı alışkanlık haline getirdiyseniz, bir yerde yanlış yapıyorsunuz demektir. Bir an önce farklı odaları denemeye başlamalısınız. Yoksa bunun bir yüke dönüşmesi kaçınılmazdır. Hatta bir lanete.

J.R. Holden’ın gençliği aptalca hatalarla doluydu. İki saat mesafedeki bir kolej partisine gitmek için büyükannesinden yadigar külüstürüyle yola çıktığında ya da NCAA turnuvasına katılmak adına son şansını Patriot League yarı finalinde üst üste iki teknik faul ile oyundan atılarak heba ettiğinde odadaki en akıllı kişi olmadığı açıktı. Hayatı boyunca basketbol oynamak istiyordu, yetenekleriyle birkaç menajeri etkilemeyi başarmıştı ama bu yeterli olmayacaktı. Sahada sorumluluk üstlenebileceğine, doğru kararlar verebileceğine ikna olacak bir koç bulmalıydı.

“Mezun olduktan bir ay sonra evde oturmuş, yaz bitince ne yapacağımı düşünüyordum. Basketbol oynamak için iki teklif almıştım. İçinizden ‘bu müthiş bir şey olmalı’ diyorsunuz, öyle değil mi? Yanılıyorsunuz. Bir menajer bir Macar takımıyla anlaştığını, karşılığında ayda 1200 dolar kazanacağımı söyledi. Birkaç ay sonra başka bir menajerden bir telefon aldım. ‘Hollanda’da bir takım buldum, ayda 1500 dolar ödüyorlar’ dedi heyecanla. Bana profesyonel basketbol kariyerimi başlatma fırsatı sunmuş bu takımlara saygısızlık etmek istemem ama elimde Bucknell diploması olduğundan haberleri var mıydı? İşletme bölümünden mezun olmuştum ve sabah-dokuz-akşam-beş çalışarak kolaylıkla daha fazla para kazanabilirdim.”

Tam ümitsizliğe kapılmak üzereyken, 22. yaş gününde İsveç’ten bir telefon aldı. Eğer bir haftalık deneme süresinde koçu etkileyebilirse, Broceni adında bir Letonya takımı yıllık 30 bin dolar ödemeye hazırdı. Koç Valdis Valters ile ancak bir tercüman aracılığıyla iletişim kurabiliyor, çoğu zaman çeviri sırasında bir şeylerin kaybolduğu hissine kapılıyordu. Dahası, koçun 16 yaşındaki oğlu şimdiden basketbol sahasına ait olduğunu gösteren bir özgüvenle oynuyordu ve tıpkı kendisi gibi oyun kurucuydu. Bavulunu kapıya yakın tutuyordu. Valters dördüncü günde ikna oldu ve takımın tüm transfer bütçesini bir çaylağın önüne döktü. Aradığı koçu Riga’da bulmuştu.

Birkaç ay sonra Dubai’de bir özel turnuvaya katıldılar. Profesyonel kariyerinin ilk Christmas tatili evden hayli uzakta geçiyordu. Fakat burada iyi bir hediye bulmuş, o sezon Zalgiris’le Euroleague şampiyonu olacak Tyus Edney ve Anthony Bowie ile tanışmıştı. Holden’ı sahada gördükleri gibi oyununa hayran kalmış, kendilerini bu yetenekli çaylağın ilk akıl hocaları ilan etmişlerdi. Avrupa’daki en değerli kariyer tavsiyesini ise aynı yıl bir başka Avrupa efsanesinden alacaktı. Slovenya milli takımının guardı Ariel McDonald’ı sahada fena benzetmiş, ancak duyduğu tek şey övgü sözcükleri olmamıştı: “İyi maç çıkardın, müthiş bir gösteriydi. Ama kaybettin. Buraya her yıl çok iyi skorerler geliyor. Kariyerleri boyunca vasat kontratlar yapıp vasat takımlarda oynuyorlar. Sen de çok iyi bir skorersin. Avrupa’da gerçekten büyük bir oyuncu olarak anılmak istiyorsan, kazanmayı da öğrenmen gerekecek.”

Çaylak sezonu sona erdiğinde sahada her şey yolundaydı. Bununla birlikte altı aydır ailesini görmemişti, Riga’da yaşayan tek siyah olduğundan neredeyse emindi, bir deplasman maçında ırkçılığın en uç noktalarını deneyimlemişti, evinin önünde düz vites olduğu için kullanamadığı bir otomobil duruyordu ve geceleri köşedeki markete gitmeye bile çekiniyordu. Avrupa’da yaşanacak daha iyi yerler vardı. Hayır, bu coğrafyaya ve küçük insanların küçük cehennemlerine asla geri dönmeyecekti.

Belçika ve Yunanistan’da geçen üç sezonun ardından yeniden o coğrafyadaydı. Orada olmak için bir buçuk milyon sebebi vardı. Bu yüklü kontratın yanında kulüp kendisine Moskova’da müthiş bir daire ayarlamıştı. Çevresinde Riga anılarını depreştirecek pek bir şey yok gibi görünüyordu. Birkaç ay sonra fikri değişecekti. Kendini ‘gururlu bir siyah Amerikalı’ olarak tanımlayan biri için dayanılmaz bir tacizle geçiyordu günleri. Çaresiz hissettiğinde McDonald’ın sözlerini hatırlıyordu. Avrupa’da bir ‘kazanan’ olmak için eline CSKA’dan daha iyi bir fırsat geçmeyecekti.

CSKA’daki ilk kontrat süresi boyunca üç kez Final Four oynadı. İlk iki denemesinde yarı finalde ev sahibi takımla eşleşmelerini kötü şansa bağlamış, kazanmaya yaklaştığını hissetmişti. Üçüncü deneme kendi evlerinde olacaktı, Dusan Ivkovic harika bir koçtu ve bu kez herkesin favorisi onlardı. Bir kez daha yarı finalde kaybettiler.

İyi anlaştığını düşündüğü Ivkovic’le ilişkisi de günden güne geriliyordu. Öyle ki kaybedilen bir Rusya Kupası finalinden sonra Sergey Kuşçenko’nun odasında sorguya çekilen Ivkovic, köşeye sıkıştığında oyun kurucusunun son top savunmasını suçlamıştı. Başkan Kuşçenko, Holden’ın Rusya’daki en büyük hayranlarındandı. Favori oyuncusunu odaya çağırdı ve koçunun önünde Kazan maçındaki son topu sordu. Kupayı kaybettiren gerçekten Holden bile olsa, kulüpteki günleri sayılı olan tek kişi Ivkovic’ti.

Kuşçenko bir gün Holden’ı Rusya milli takımının bir maçını izlemeye davet etti. Bir yıl sonra, Vladimir Putin’in onayıyla Rusya vatandaşlığına kabul edilen ilk siyah Amerikalı oldu. Üç yıl sonra, İspanya’da Rusya milli takımıyla Avrupa Şampiyonası finaline çıktı. Hava atışından önce saha kenarında en yakın arkadaşı Darius’ı gördü. Darius ayağa kalktı ve sağ yumruğunu havaya kaldırdı. J.R. aynı şekilde karşılık verdi. Maç bittiğinde nihayet bir ev sahibinin partisini mahvetmeyi başarmış, gerçekten kazanmıştı. Dört yıl sonra, Olimpiyat için Pekin yolundaydı. Telefondaki Amerikalı gazeteci, kendisiyle röportaj yapmak istediğini söylüyordu. “Neden beni arıyorsunuz, Becky konuşmuyor mu?”

Beijing

Becky konuşuyordu. Ama tek konuşan o değildi. ABD kadın milli takımının koçu Anne Donovan, “Bu ülkenin bağrında yetişip bu ülkenin ekmeğini yedikten sonra Rusya formasını üzerine geçiriyorsan, vatansever biri değilsin” diyordu örneğin. Erkek milli takımının başındaki meslektaşı Mike Krzyzewski’nin hedefinde ise J.R.’ın koçu David Blatt vardı. 1972’deki finali gözyaşları içinde radyodan dinleyen bir çocuk olarak şimdi sonucun adil olduğunu görebildiğini söyleyen Blatt için, “O artık bir Rus. Rus takımını çalıştırıyor ve muhtemelen artık onların bakış açısına sahip. Gözleri şimdi daha net görüyordur, gözyaşları kurumuş olmalı” diyordu. Keşke sadece Becky konuşsaydı.

Olimpiyat ne demek, diyordu Hammon. Daha sık sorulması gereken bir soruyu, o yaz Amerikan kamuoyunun önüne getirecek cesareti gösteren tek kişi oydu. “Benim baktığım yerden, Olimpiyat oyunları dayanışmayla, arkadaşlıkla, gezegendeki en iyi sporcuların bir araya gelmesiyle ilgili olmalı. Diğer ülkeler üzerinde nasıl hakimiyet kurduğunuza bakıp böbürlenmekle ilgili bir şey olmamalı.”

Hiçbirimiz bugün geçerliliğini koruduğunu düşünmüyoruz, ancak Olimpizmin Temel Prensipleri içinde yer alan bir kavram daha var: çabanın hazzı. Becky Hammon ve J.R. Holden, bu hazzın çevresine inşa edilmiş birer hayatı yaşıyorlar. Olimpiyat tarihinde bir yeri de en çok bu yüzden hak ediyorlar.

Karşımızda Juan Goytisolo’nun ruh ikizleri durmuyor, bunu görebiliyorum. Bu öykünün kahramanları, bilakis, kimliklerini kucaklamış iki Amerikalı. Mutlak iyilere ya da mutlak kötülere yer olmayan bir öyküde, hayatlarının merkezinde; kendi meskenlerini, kendi cennetlerini buluyorlar. Her şey, dikenli yolları sevmeyen maduniyet düşkünlerinin veremeyeceği bir kararı vermeleriyle başlıyor. Ve en azından bu yolda Yurtsuz Juan’ın kitabından bir sayfayı yanlarında taşıdıklarını söyleyebiliriz. “Kendinin olanı kökten eleştirme, yabancı olanı gönülden anlama çabası.”

Cem Pekdoğru, 2015
Socrates Dergisi'nin Aralık 2015 sayısında yayınlanmıştır.
(Sayı: 9, Merkez Kort: Kararlar)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder