“hepsi beyhudeymiş
ey vatanım
henüz vaktimiz varken
gel dostça ayrılalım”
ey vatanım
henüz vaktimiz varken
gel dostça ayrılalım”
Becky
San Antonio Spurs, yeni sezonun
dördüncü maçı için Madison Square Garden’da. Takım üçüncü çeyrekte iyi
sinyaller vermiyor, bir ara hücum ritmi tamamen kayboluyor. 82 maçlık bir
takvimin en önemsiz görünen durağında dahi sezon için belirleyici bir şeyle karşılaşılabileceğini
bilecek kadar uzun süredir şampiyonluk mücadelesi veriyorlar. Son çeyrek
öncesinde altı kişilik geniş asistan kadrosu Gregg Popovich’in yanında saf
tutmuş, koçun söylediklerine kulak veriyor. Bir açık kalp ameliyatındaki
doktorlar kadar ciddi görünüyorlar.
Asistanlardan bir tanesi için
burası herhangi bir durak değil. Becky Hammon, kadın basketbolunda ortalama bir
programa sahip olan Colorado State’i saygın bir konuma yükseltmekle geçirdiği
dört yılın ardından 1999 WNBA seçmelerine girmiş, ancak adı okunan 50 oyuncudan
biri olamamıştı. Sebebini anlamak zor değildi; çok değerli draft hakkını 1.68 boyunda, yavaş bir beyaz oyuncudan yana kullanacak
kadar açık görüşlü bir takım yöneticisi çıkmamıştı. Bu büyük etiketlerin sahada
gördükleri oyun zekasını, top hakimiyetini ve şut kabiliyetini gölgelemesine
izin veriyorlardı. Hiç kimsenin onlara Becky Hammon’ı neden pas geçtiklerini
sormayacaklarından emin olmaları da işlerini kolaylaştırıyordu muhakkak. Sonunda
ona bir şans vermeye cüret eden ve sezon öncesi kampına çağıran takım New York
Liberty oldu.
MSG tarihindeki en unutulmaz yüz
gece arasında bir Liberty maçı olduğunu sanmıyorum. Öte yandan, Hammon’ın sekiz
sezonluk Liberty hikayesinin birçok seyircinin kişisel tarihine unutulmaz
geceler eklediğinden eminim. Henüz birkaç ay önce bu salonda kendisine bir
“Onur Yüzüğü” bile takdim edildi. Güney Dakota’da yetişmişti ve insanların
Güney Dakota’da yetişenlerden beklediği gibi günlerini avcılık, balıkçılık ve
Cumhuriyetçilik ile geçiren bir aileden geliyordu. Şu anda ise olduğu yere
aitmiş gibi duruyor – bir New Yorker.
Yüzündeki gülümseme ve kırışıklıklar arasında yolumu yitiriyorum. Bu yüzün bir
çocuğa mı, yoksa bir nineye mi ait olduğuna karar veremiyorum. John Berger’a
göre tarihi anlarda bu olurmuş; böyle anlarda bazen iki, üç, hatta dört kuşağın
bir saate sığdığı ve birlikte var olduğu görülürmüş. 1999 NBA finallerinden
beridir, bir Knicks-Spurs maçına zaplayan hiç kimse zihnini tarihi bir ana
tanıklık etme fikriyle meşgul etmemiştir. Ama bu, kesinlikle tarihi bir an.
Birkaç sene içinde Becky Hammon bir NBA takımının başında sahaya çıkan ilk
kadın başantrenör olduğunda bunun farkına varanların sayısı artacak.
Hammon tarih yazmaya dün gece
başlamadı ve yaptığının etkileri yarın sabahın ötesine geçecek. O gün
geldiğinde tanınabilir olacak tarihi anlardan bir başkası ise şimdilerde 2008
yazında ikamet ediyor.
2003 sezonunda yaptığı patlamanın
ardından beş sezonda dört kez All-Star
seçilen Hammon, buna rağmen takımı tarafından San Antonio Silver Stars’a
gönderilmişti. Yeni evindeki ilk sezonunda oyununu bir adım daha yukarıya
taşıdı ve o yılın MVP oylamasında ikinci sırayı aldı. Ödülü kazananın bir
Avustralyalı olduğunu göz önüne alınca, o gün basketbol oynayan en iyi Amerikalı
olduğu iddia edilebilirdi. Ama herkes böyle düşünmüyordu. Beijing 2008
öncesinde duyurulan 23 kişilik milli takım kadrosunda Hammon’a yer yoktu.
Günlerini hak ettiği değeri
görmemekten şikayet ederek geçiren insanların çağında bir sandalye de o
çekebilirdi. Yeteri kadar sebebi vardı. Bunun yerine hayatı boyunca yaptığını
tekrarladı, ne istediğini bilerek girdiği bir odadaki en akıllı kişi oldu.
Olimpiyat rüyasını gerçeğe dönüştürmek için kapısını çalan Rusya’nın teklifini
kabul etti.
J.R.
Odadaki en akıllı kişi olmayı
alışkanlık haline getirdiyseniz, bir yerde yanlış yapıyorsunuz demektir. Bir an
önce farklı odaları denemeye başlamalısınız. Yoksa bunun bir yüke dönüşmesi
kaçınılmazdır. Hatta bir lanete.
J.R. Holden’ın gençliği aptalca
hatalarla doluydu. İki saat mesafedeki bir kolej partisine gitmek için
büyükannesinden yadigar külüstürüyle yola çıktığında ya da NCAA turnuvasına katılmak
adına son şansını Patriot League yarı finalinde üst üste iki teknik faul ile
oyundan atılarak heba ettiğinde odadaki en akıllı kişi olmadığı açıktı. Hayatı
boyunca basketbol oynamak istiyordu, yetenekleriyle birkaç menajeri etkilemeyi
başarmıştı ama bu yeterli olmayacaktı. Sahada sorumluluk üstlenebileceğine,
doğru kararlar verebileceğine ikna olacak bir koç bulmalıydı.
“Mezun olduktan bir ay sonra evde
oturmuş, yaz bitince ne yapacağımı düşünüyordum. Basketbol oynamak için iki
teklif almıştım. İçinizden ‘bu müthiş bir şey olmalı’ diyorsunuz, öyle değil
mi? Yanılıyorsunuz. Bir menajer bir Macar takımıyla anlaştığını, karşılığında
ayda 1200 dolar kazanacağımı söyledi. Birkaç ay sonra başka bir menajerden bir
telefon aldım. ‘Hollanda’da bir takım buldum, ayda 1500 dolar ödüyorlar’ dedi
heyecanla. Bana profesyonel basketbol kariyerimi başlatma fırsatı sunmuş bu
takımlara saygısızlık etmek istemem ama elimde Bucknell diploması olduğundan
haberleri var mıydı? İşletme bölümünden mezun olmuştum ve sabah-dokuz-akşam-beş
çalışarak kolaylıkla daha fazla para kazanabilirdim.”
Tam ümitsizliğe kapılmak
üzereyken, 22. yaş gününde İsveç’ten bir telefon aldı. Eğer bir haftalık deneme
süresinde koçu etkileyebilirse, Broceni adında bir Letonya takımı yıllık 30 bin
dolar ödemeye hazırdı. Koç Valdis Valters ile ancak bir tercüman aracılığıyla
iletişim kurabiliyor, çoğu zaman çeviri sırasında bir şeylerin kaybolduğu
hissine kapılıyordu. Dahası, koçun 16 yaşındaki oğlu şimdiden basketbol
sahasına ait olduğunu gösteren bir özgüvenle oynuyordu ve tıpkı kendisi gibi oyun
kurucuydu. Bavulunu kapıya yakın tutuyordu. Valters dördüncü günde ikna oldu ve
takımın tüm transfer bütçesini bir çaylağın önüne döktü. Aradığı koçu Riga’da
bulmuştu.
Birkaç ay sonra Dubai’de bir özel
turnuvaya katıldılar. Profesyonel kariyerinin ilk Christmas tatili evden hayli
uzakta geçiyordu. Fakat burada iyi bir hediye bulmuş, o sezon Zalgiris’le
Euroleague şampiyonu olacak Tyus Edney ve Anthony Bowie ile tanışmıştı.
Holden’ı sahada gördükleri gibi oyununa hayran kalmış, kendilerini bu yetenekli
çaylağın ilk akıl hocaları ilan etmişlerdi. Avrupa’daki en değerli kariyer
tavsiyesini ise aynı yıl bir başka Avrupa efsanesinden alacaktı. Slovenya milli
takımının guardı Ariel McDonald’ı sahada fena benzetmiş, ancak duyduğu tek şey
övgü sözcükleri olmamıştı: “İyi maç çıkardın, müthiş bir gösteriydi. Ama
kaybettin. Buraya her yıl çok iyi skorerler geliyor. Kariyerleri boyunca vasat
kontratlar yapıp vasat takımlarda oynuyorlar. Sen de çok iyi bir skorersin. Avrupa’da
gerçekten büyük bir oyuncu olarak anılmak istiyorsan, kazanmayı da öğrenmen
gerekecek.”
Çaylak sezonu sona erdiğinde
sahada her şey yolundaydı. Bununla birlikte altı aydır ailesini görmemişti,
Riga’da yaşayan tek siyah olduğundan neredeyse emindi, bir deplasman maçında
ırkçılığın en uç noktalarını deneyimlemişti, evinin önünde düz vites olduğu
için kullanamadığı bir otomobil duruyordu ve geceleri köşedeki markete gitmeye
bile çekiniyordu. Avrupa’da yaşanacak daha iyi yerler vardı. Hayır, bu
coğrafyaya ve küçük insanların küçük cehennemlerine asla geri dönmeyecekti.
Belçika ve Yunanistan’da geçen üç
sezonun ardından yeniden o coğrafyadaydı. Orada olmak için bir buçuk milyon
sebebi vardı. Bu yüklü kontratın yanında kulüp kendisine Moskova’da müthiş bir
daire ayarlamıştı. Çevresinde Riga anılarını depreştirecek pek bir şey yok gibi
görünüyordu. Birkaç ay sonra fikri değişecekti. Kendini ‘gururlu bir siyah
Amerikalı’ olarak tanımlayan biri için dayanılmaz bir tacizle geçiyordu günleri.
Çaresiz hissettiğinde McDonald’ın sözlerini hatırlıyordu. Avrupa’da bir
‘kazanan’ olmak için eline CSKA’dan daha iyi bir fırsat geçmeyecekti.
CSKA’daki ilk kontrat süresi
boyunca üç kez Final Four oynadı. İlk iki denemesinde yarı finalde ev sahibi
takımla eşleşmelerini kötü şansa bağlamış, kazanmaya yaklaştığını hissetmişti.
Üçüncü deneme kendi evlerinde olacaktı, Dusan Ivkovic harika bir koçtu ve bu
kez herkesin favorisi onlardı. Bir kez daha yarı finalde kaybettiler.
İyi anlaştığını düşündüğü Ivkovic’le
ilişkisi de günden güne geriliyordu. Öyle ki kaybedilen bir Rusya Kupası
finalinden sonra Sergey Kuşçenko’nun odasında sorguya çekilen Ivkovic, köşeye
sıkıştığında oyun kurucusunun son top savunmasını suçlamıştı. Başkan Kuşçenko,
Holden’ın Rusya’daki en büyük hayranlarındandı. Favori oyuncusunu odaya çağırdı
ve koçunun önünde Kazan maçındaki son topu sordu. Kupayı kaybettiren gerçekten
Holden bile olsa, kulüpteki günleri sayılı olan tek kişi Ivkovic’ti.
Kuşçenko bir gün Holden’ı Rusya
milli takımının bir maçını izlemeye davet etti. Bir yıl sonra, Vladimir
Putin’in onayıyla Rusya vatandaşlığına kabul edilen ilk siyah Amerikalı oldu.
Üç yıl sonra, İspanya’da Rusya milli takımıyla Avrupa Şampiyonası finaline
çıktı. Hava atışından önce saha kenarında en yakın arkadaşı Darius’ı gördü.
Darius ayağa kalktı ve sağ yumruğunu havaya kaldırdı. J.R. aynı şekilde
karşılık verdi. Maç bittiğinde nihayet bir ev sahibinin partisini mahvetmeyi
başarmış, gerçekten kazanmıştı. Dört yıl sonra, Olimpiyat için Pekin
yolundaydı. Telefondaki Amerikalı gazeteci, kendisiyle röportaj yapmak
istediğini söylüyordu. “Neden beni arıyorsunuz, Becky konuşmuyor mu?”
Beijing
Becky konuşuyordu. Ama tek
konuşan o değildi. ABD kadın milli takımının koçu Anne Donovan, “Bu ülkenin
bağrında yetişip bu ülkenin ekmeğini yedikten sonra Rusya formasını üzerine
geçiriyorsan, vatansever biri değilsin” diyordu örneğin. Erkek milli takımının
başındaki meslektaşı Mike Krzyzewski’nin hedefinde ise J.R.’ın koçu David Blatt
vardı. 1972’deki finali gözyaşları içinde radyodan dinleyen bir çocuk olarak
şimdi sonucun adil olduğunu görebildiğini söyleyen Blatt için, “O artık bir
Rus. Rus takımını çalıştırıyor ve muhtemelen artık onların bakış açısına sahip. Gözleri şimdi daha net görüyordur,
gözyaşları kurumuş olmalı” diyordu. Keşke sadece Becky konuşsaydı.
Olimpiyat ne demek, diyordu
Hammon. Daha sık sorulması gereken bir soruyu, o yaz Amerikan kamuoyunun önüne
getirecek cesareti gösteren tek kişi oydu. “Benim baktığım yerden, Olimpiyat
oyunları dayanışmayla, arkadaşlıkla, gezegendeki en iyi sporcuların bir araya
gelmesiyle ilgili olmalı. Diğer ülkeler üzerinde nasıl hakimiyet kurduğunuza
bakıp böbürlenmekle ilgili bir şey olmamalı.”
Hiçbirimiz bugün geçerliliğini koruduğunu
düşünmüyoruz, ancak Olimpizmin Temel Prensipleri
içinde yer alan bir kavram daha var: çabanın hazzı. Becky Hammon ve J.R.
Holden, bu hazzın çevresine inşa edilmiş birer hayatı yaşıyorlar. Olimpiyat
tarihinde bir yeri de en çok bu yüzden hak ediyorlar.
Karşımızda Juan Goytisolo’nun ruh
ikizleri durmuyor, bunu görebiliyorum. Bu öykünün kahramanları, bilakis,
kimliklerini kucaklamış iki Amerikalı. Mutlak iyilere ya da mutlak kötülere yer
olmayan bir öyküde, hayatlarının merkezinde; kendi meskenlerini, kendi cennetlerini
buluyorlar. Her şey, dikenli yolları sevmeyen maduniyet düşkünlerinin veremeyeceği
bir kararı vermeleriyle başlıyor. Ve en azından bu yolda Yurtsuz Juan’ın
kitabından bir sayfayı yanlarında taşıdıklarını söyleyebiliriz. “Kendinin olanı
kökten eleştirme, yabancı olanı gönülden anlama çabası.”
Cem Pekdoğru, 2015
Socrates Dergisi'nin Aralık 2015 sayısında yayınlanmıştır.
(Sayı: 9, Merkez Kort: Kararlar)
Cem Pekdoğru, 2015
Socrates Dergisi'nin Aralık 2015 sayısında yayınlanmıştır.
(Sayı: 9, Merkez Kort: Kararlar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder