Gece gelen bir telgraf daha... Kobe Bryant, serbest vezinde,
basketbola vedasını duyuruyor.
Gözü hâlâ Kobe’nin üzerinde olanları yerinden sıçratacak bir
haber değil bu. Son sakatlığından yüzde 20 isabetle maç başına sekiz üçlük
deneyen bir oyuncu olarak dönmüştü ve günleri sayılıydı. Michael Jordan gibi
bir veda turu yapmayacağını söylüyordu sık sık. Son maçını izlerken bile
izlediğimizin son maçı olduğunu bilmemizi istemiyordu. Bunu bir zayıflık olarak
mı görüyordu? Hâlâ bu sözde zayıflıkları dert ediyor muydu gerçekten? Ya da her
biri yüz milyon doları aşan değerde kontratlara, sponsorluk anlaşmalarına imza
atarken bile asıl kazananın kendisi olmadığını hisseden bir “televizyon
yıldızı” olarak, bu uydurma turun da bir ürüne, mezarlıkta tertiplenen ticari bir
panayıra dönüşmesinden mi rahatsızlık duyuyordu? Gerçekten kazanmak istiyorsa
bunu Duncan ve Nowitzki gibi yıldızları takip edip daha düşük bir yıllık ücrete
gönül indirerek ispatlaması gerektiğini buyuranlara “Neden fedakârlıkta bulunan
ben olacakmışım ki?” diye karşı çıkan birinden bunu pekâlâ bekleyebilirdik.
Sezonun açılış maçında Kobe ve Lakers, Timberwolves’u
ağırlıyordu. Duygusal bir maç olacaktı. Hava aydınlanmak üzereydi. Bir gün
geçmesine rağmen hâlâ Flip Saunders’ın ölüm haberini hazmetmeye çalışıyordum.
Oyuncular hava atışı için pozisyonlarını aldıklarında da gördüğüm daha çok
Flip’in izleriydi: bir düşün gölgeleri. Birkaç hücum sonra bunun Kobe ve
Garnett’i karşılıklı izleyeceğim son sezon olduğu gerçeğiyle yüzleştim.
Kobe’den emin değildim ama Garnett’in geri dönmeyeceği kesindi. Bu sırada Kobe,
ligdeki yeni süperyıldız adaylarından Andrew Wiggins’in üzerinden ilk saha içi
isabetini buldu.
Bu basketle 2013’ün Mart ayına döndüm. Lakers felaket bir
sezon geçiriyordu. Howard ve Nash’in sahadaki hallerini görmeye
katlanamıyordum. 20 sayıya ulaşmak için 20 şut atmak zorunda olduğu verimsiz
gecelerde bile suçu Kobe’de aramıyordum. Bununla birlikte, belleğimde büyük bir
yer kaplayan mucizevi Kobe gecelerine bir yenisini ekleyebileceğini de zannetmiyordum.
O Mart ayında bir gece, Raptors’a karşı, Kobe tam da bunu yaptı. Herkesin ümit
kestiği bir maçı önce uzatmaya taşıdı. Takım savunma yapmadığı için hücumda
hata payı neredeyse sıfırdı, fakat efsunlu bir uzatma devresinin sonunda
Raptors’ı bir kez daha tek başına yendi.
Alan Anderson’ın çaresiz gözlerini, kenarda takım elbisesi
içinde ayağa kalkan Pau Gasol’ü düşünmeyi bırakıp maça geri dönüyorum. Kobe
hemen hemen aynı noktadan üç şut daha deniyor, bunların ilkinde yaptığı
crossover ile Tayshaun Prince’in hayaletini ekarte etmesinin ardından salonda
büyük bir gürültü kopuyor. Ama üç şut da çembere girmeyi reddediyor. Bu resme
alışkınım. O ağır sakatlıklardan sonra 2013’ün Ocak ayı bile tarih öncesi
çağlar kadar uzak artık Kobe için. Staples Center sakinleri de bunu biliyor.
Buna rağmen o zayıf crossover karşısında büyülenmiş gibi davranmaya
çalışıyorlar. Bu kolektif “orgazm taklidi” acı verici bir şey mi, yoksa bilakis
sporun yol açabileceği en güzel şeylerden birini mi izliyorum? Kobe ilk molaya
1/5 ile giderken sağ üstteki çarpıya tıklıyorum ve bu soruyla birlikte yatağa
giriyorum.
Geçtiğimiz Pazar gecesi, Staples Center’ın boş koltuklarına
bıraktığı bir mektup ve The Players’ Tribune’a astığı bir aşk şiiriyle
karşılıyordu Kobe milyonlarca hayranını. Taraftarlara teşekkür ediyor,
basketbol topuna ise son bir serenat yapıyordu. Bir yandan da bu veda turuna
–tüm o yalancı büyülenme nidalarıyla beraber– ihtiyacı olduğunu itiraf ediyordu
sanki. Takımına ne kadar zarar verdiğini ortaya dökmek için sıraya giren ileri
istatistik meftunu yeni nesil yazarlara da “Hiç zahmet etmeyin,” diyordu,
“zaten biliyorum.”
Vakit geldi. 24 numaralı oyuncunun işi tamam. Onu hak ettiği
gibi uğurlamak için dört aydan fazla zamanımız var. Mektubun sabahında herkes
bunun farkında, en iyi Kobe hikâyelerimizi sıralamaya başlıyoruz. 81 sayı
attığı gece nerede olduğumuzu soruyoruz birbirimize, “İstanbul’da deli kar
yağıyordu” diyoruz. Üç çeyrekte 62 sayı attığı Mavericks maçının daha
etkileyici olduğunu iddia ediyor biri. Üst üste dokuz maçta 40 sayı barajını
aştığı olağanüstü seriye ait bir maçı yakalayacak kadar şanslı olanlar,
böbürlenme fırsatını kaçırmıyor. Ama bu sabah en güçlü hikâye sizin olmasa da
olur. Listelere girmeyecek bir Raptors maçı, 34 yaşındaki bir Kobe bile işinizi
görebilir.
Hiçbir zaman tünelin ucunu görmediğini, sadece kendisini bir
tünelden koşarken gördüğünü yazıyor bir dizesinde. Yirmi yıllık bir tünel
aslında bu. Ya da başka bir ifadeyle, yirmi yıl uzunluğunda bir tünel-zaman.
Yalnızca Kobe’yi değil, onunla birlikte içine adım atan herkesi dönüştüren bir
tünel. Sezon sonunda bu tünelden çıkıyoruz. Bize Garnett’in, Duncan’ın,
Nowitzki’nin tünellerinden çıkan başkaları katılacak. Onca yıldan sonra güneşi
yeniden göreceğiz. Yakıcı olabilir. Ve yeni bir tünele girmeye bir daha asla
cesaret edemeyebiliriz.
Cem Pekdoğru, 2015
6 Aralık 2015 tarihli Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder