Ekim 20, 2015

Devam Et, Sonra Başlarsın


“Kenmore Meydanı’ndaki antik, yeşil stadyumun içinde beyzbol oynanmaya başladığı ilk günden bu yana, bu takımın kusuru hiç değişmedi. Çok yetenekli kadroların belli erdemleri göstermekten yoksun oldukları için zirveden uzak kaldıklarını gördük. Karakter? Red Sox’ın tarihinde sadece kabarık cüzdanlara ve daha da kabarık egolara yer vardı: Yirmi beş oyuncu için yirmi beş taksi.”

Sports Illustrated yazarı Leigh Montville, 1990’ın Temmuz ayında taraftarı olduğu Boston Red Sox için bu satırları yazıyordu. MLB’nin ilk dönemine damga vuran takımlardan olan Red Sox, 1918’deki şampiyonluğunun ardından 86 yıl boyunca Dünya Serisi kazanamayacaktı. Nesiller değişse de takım efsanesi Ted Williams’a atfedilen bu söz geçerliliğini yitirmedi. Montville, yan yana durmaya dahi dayanamayan egoları evlerine taşımak için antrenmanların bitiminde yirmi beş oyuncuya yirmi beş taksi çağrılan yılların esaretinden hala kurtulamadıklarını hissediyordu.

***

Phil Jackson böyle bir takıma rastladığında, oyuna hakaret edildiğini düşünürdü. 1987’de sürpriz bir şekilde açılan asistan koçluk pozisyonu için Chicago Bulls ile ikinci iş görüşmesine girdiğinde, Michael Jordan ve arkadaşlarını da bundan farklı görmüyordu.

1967 yazında New York Knicks tarafından draft edilmiş, aynı yaz takımın başına getirilen Red Holzman ile tanışmasını hayatındaki tüm ‘ruhani’ kesişmelerin üzerinde konumlandırmıştı. Madison Square Garden’ın ıssız kirişlerinde yan yana duran iki şampiyonluk flamasından sorumlu basketbol dehasıydı Holzman. Onunla birlikte çalıştığı yıllar, Jackson için bir basketbol nirvanasına karşılık geliyordu. Profesyonel basketbolda eşitlik idealine en çok yaklaşan takımın bir parçası olacak kadar şanslıydı. Topun ve sorumlulukların paylaşımı, ilkel sınırların tamamen yok olması ve pozisyonların iç içe geçmesi, soyunma odasındaki güçlü bağlar... Jackson’ın koçluk kariyerine ilham veren şeylerin tamamı o Knicks takımından geliyordu. Bununla birlikte basketbol ona Woodstock döneminden kalan arkadaşlarının bulamadığı bir sığınak, düzene güvenli bir mesafeden bakabileceği bir meslek sunmuştu. Fakat 1985’teki ilk iş görüşmesine gittiği haliyle (Ekvador gezisinde aldığı dev bir hasır şapka, tropikal bir gömlek, pasaklı bir sakal) NBA tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmayacağını ve CBA ya da Güney Amerika liglerindeki mahkum hayatına devam etmek zorunda kalacağını biliyordu. Bir yerden başlamalıydı.

Ve başlamak için güzel bir yerdeydi. Takım içinde koç Doug Collins’e saygı duyan tek kişi kalmamıştı. İşini borçlu olduğu genel menajer Jerry Krause, şimdi düşmanları arasında liste başıydı. Süperyıldızı ile olan ilişkisi ise gitgide daha histerik bir hal alıyordu. 1988’in Noel arifesinde kaybedilen Hornets maçından sonra soyunma odasına girmiş, tahtaya YARIN 11:00, CHICAGO’DA ANTRENMAN yazmıştı. Jordan’ın başka planları vardı. Fikstür açıklandığında her zaman olduğu gibi ilk olarak Charlotte deplasmanına bakmış, Noel’i evde geçireceği için sevinmişti. Collins’in anlamsız mesajı için Chicago’ya kadar uçup geri dönemezdi. Sabah bütün takım toplanmış, takım otobüsünde Jordan’ı bekliyordu. Bu, maç sonlarından alışkın oldukları bir durumdu. Farklı olarak bu kez Jordan’ın gelmeyeceğinden eminlerdi. Collins en sonunda çareyi yardımcılarından birini Jordan’ın evine göndermekte buldu: “Beş dakikalığına da olsa lütfen yanımıza gelsin, antrenmanı iptal ettiğimi söyleyeceğim.”

Bu, Collins’in Bulls koçu olarak gördüğü son Noel oldu.

“Beni bir basketbol takımını Red Holzman gibi çalıştırabileceğine inandırmalı. Holzman döneminde Knicks’in oynadığı basketbol, benim için bu oyunun nasıl oynanması gerektiğini simgeliyor. Bulls basketbolu da bu temel üzerine oturmalı.”

Takımı satın aldıktan sonra Jerry Reinsdorf, koçundan beklentilerini böyle açıklamıştı. Beş yılın ardından nihayet aynı dili konuşan bir koç bulduğu için minnettardı. Fakat takımın 23 numarası bu dili öğrenmediği müddetçe, Reinsdorf ve Jackson’ın konuşmaları boşunaydı. Jordan’a göre Holzman’ın takımı yıllar önce kapanmış bir çağı temsil ediyordu. Jackson asistanlığının ilk günlerinde yanına gelip o takımda yıldızlarından diğer oyuncuları yukarı çekmelerini beklediklerinden, Walt Frazier ve Willis Reed’in bunu becerebildikleri için yıldız statüsü kazandıklarından bahsettiğinde teşekkür etmekle yetinmişti.

Fakat Jackson için asistanlık günleri artık geride kalmıştı. 1990 yazında, hayal kırıklığıyla biten bir başka Pistons serisinden çıkmış Jordan’ı ofisine çağırdı. Bire bire dayalı oyunun, hiçbir zaman Pistons seviyesindeki takımları alt etmeye yetmeyeceğini anlamasının vakti gelmişti. Girizgahı Jordan’ın işitmeye katlanamadığı iki sözcükle yaptı: Üçgen hücum.

***

Jordan’ın “grip” maçından önce, Pippen’ın “migren” maçı vardı. 1990 Konferans Finalleri’nin yedinci maçının sabahında Scottie Pippen daha önce tanışmadığı bir ağrıyla uyanmıştı. Migren maçı, aynı zamanda Bulls’un sezonunun son maçı oldu. Yaz boyunca Pippen, sahada olduğu 42 dakikanın bir saniyesini bile hatırlamadığını söyleyecekti. Chicago basını hatırlatmak için elinden geleni yapıyordu. O yıl kariyerinde ilk kez All-Star olan Pippen’ın sezonun kader maçında 1/10 ile şut atması Chicago berberlerinin favori sohbet konusu haline gelmiş; başında buz torbası, sırtında havluyla kenarda oturan Pippen imajı şehrin ve ülkenin ortak hafızasına kazınmıştı. Doktorları migrenin tek sebebinin stres olmadığını söylese de baskıya yenilmediğini göstermek için neredeyse bu ağrıların kronikleşmesini isteyecek hale gelmişti

Pistons şampiyon olmuş, John Salley takımın en değerli oyuncusunun kim olduğunu soran gazetecileri memnun edecek bir cevap hazırlamıştı: “Bizde havayı belirleyen tek bir oyuncu yok. Bizi takım yapan da bu. Eğer her şeyi tek bir oyuncu yapsaydı, takım olmazdık. Chicago Bulls olurduk.”

Başka bir çarem var mıydı? Salley’nin yorumlarını Jordan böyle karşılamıştı. Basketbol tarihindeki en popüler tavuk-yumurta tartışmasında yeni bir sayfa. Migren ağrıları dindirilebilirdi, fakat Pippen ve diğerlerinin daha büyük sorunları olduğuna inanıyordu. Yedinci maçtan sonra sezonun son antrenmanı için toplandıklarında gördükleri de onu onaylayacaktı: “İçeri girdiğimde solumda Horace ve Scottie’nin birbirleriyle şakalaştıklarını gördüm. Yetenekliler ama hiçbir zaman bu işi ciddiye almayacaklar. Sağımda çaylaklar var, yine bir aradalar. Kaybettiğimiz şeyin farkında olmadıkları her hallerinden belli. Beyaz çocuklar sıkı çalışıyor ama onlarda da yetenek yok. Diğerleri? Hangisinden ne bekleyebilirsin ki? Hiçbir işe yaramazlar.”

1984 yazında Air Jordan’ın ABD’nin en büyük üçüncü pazarına iniş yapması, yeryüzündeki sponsorlarının yüzünü güldürmüştü. Bulls’un pazarlama departmanı yoğun bir mesaiye girişmiş, Reinsdorf ilk günden Jordan hayranları arasındaki yerini almıştı. Jordan gittiği her şehirde kapalı gişe oynuyor, fakat altı sezonun sonunda ortada hala bir şampiyonluk çekirdeği göremiyordu. Bulls şampiyonluğu gerçekten istiyor muydu, yoksa tek istekleri bilet satmak mıydı? İmzaladığı milyon dolarlık ayakkabı anlaşmasına rağmen, tahtında gülümseyen Magic Johnson’ı gözünde canlandırabiliyordu. Amerikalılar için takım oyununu, basketbol zekasını ve kazanma karakterini temsil eden hala oydu. Jordan’ın temsil ettiği şeyler de vardı elbette. Bireysel mükemmeliyet ve kaybetmek gibi.

Takımın diğer kaptanı Bill Cartwright, sezona başlarken on bir yıldır beklediği yüzüğü Chicago’da da kazanamayacağından emindi: “O gördüğüm en büyük sporcu, belki de herhangi bir spordaki gelmiş geçmiş en büyük. İstediği her şeyi yapabiliyor ve bunu çok kolaymış gibi gösteriyor. Ama bir basketbolcu değil.”

***

Rivayetler. Gazeteci Sam Smith’in 1992 yılının başında yayınladığı The Jordan Rules bunlarla doluydu. John Feinstein’ın Indiana Üniversitesi’nin 1985-86 sezonunu hikayeleştirdiği A Season on the Brink, türünün ilk örneği olmuş ve ABD’de iki milyondan fazla satmıştı. Feinstein’ın kitabının bir numaralı pazarlamacısı, kitabı yazarken güçlü bir dostluk kurduğu kült koç Bobby Knight olacaktı. Smith bundan esinlenmiş olmalıydı, fakat kalkıştığı daha zor bir işti. Kitaptan bölümlerin basına sızmasıyla birlikte kıyamet koptu. Rivayetlerden biri, Cartwright hakkındaydı. Takımda kalan son arkadaşı, sahadaki koruyucu meleği Charles Oakley karşılığında Chicago’ya gelen deneyimli uzunu saf dışı bırakmak isteyen Jordan, bir seferinde, ilk beşteki diğer üç oyuncuyu toplamış ve “Cartwright’a pas veren benden top alamaz” demişti. İdmanlarda da paslarını, kasten, Cartwright’ı kötü gösterecek şekilde atıyordu. Antrenman sahasında Jordan’dan özel muamele gören tek takım arkadaşı Cartwright değildi. Krause’un büyük beklentilerle uzun rotasyonuna eklediği Will Perdue’ya bir mesaj vermek istediğinde yumruklarına başvurmuştu. Majesteleri çıplaktı. En azından rivayetlere inananlar için.

İşin aslı, rivayet edilen olaylar sorunlu Collins döneminin mirasıydı. Amerika’nın en meşhur dirseklerine sahip Cartwright, 1991 şampiyonluğuna verdiği katkıyla nihayet Jordan’ın onayını almıştı. Perdue da kitap çıktığında çoktan takımın maskotu olmuş, sahadaki en küçük olumlu hareketiyle bile alkışları toplamaya başlamıştı. Yine de bunların pek önemi yoktu, The Jordan Rules takım için yeni bir karakter testi haline gelmişti. Bir kitap, bazen, bunu da yapabilirdi. Yolculuğu yolculukta yazmış, okuyucusuna iletilemez olanı hissettirmeyi vadetmişti. Eğer John Wooden haklıysa ve “kazanmak için yetenek, tekrar etmek için karakter gerekiyor” ise 1992 Bulls takımının karakterini Smith’e vereceği yanıt belirleyecekti.

***

1991’in Ocak ayının sonunda Bulls, Merkez Grubu’nun liderliğini son şampiyon Pistons ile paylaşıyordu. Dereceleri onları kulüp rekoruna götürecek gibi duruyordu. Soyunma odasında ise Smith’in rivayetlerini destekleyen bir hava hakimdi. Jordan’ın yeteneklerinden şüphe duyduğu iki beyazdan biri olan John Paxson şunları söyleyecekti: “Kariyerim boyunca böyle bir şeyle karşılaşmadım. Spurs’te oynarken grup birinciliğinden 37-45’lik bir sezona gerilemiştik ama herkes oyundan keyif alıyordu. Burada ise devamlı kazanıyoruz ama hiç kimse mutlu değil. Kimisi dakikalarından, kimisi şutlarının sayısından, kimisi aldığı maaştan şikayetçi. Yıldızlar takım arkadaşlarının gönderilmesini, yöneticilerin kovulmasını istiyorlar. Hiç kimse burada olmak istemiyor. Ben hariç. Beni de yöneticiler istemiyor.”

Ed Nealy sezon öncesinde elden çıkarıldığında Paxson’ın günlerinin de sayılı olduğu düşünülüyordu. Aslında Bulls ile sözleşme imzaladığı ilk günden beri memur görünümlü bu oyun kurucuya fazla ömür biçen yoktu. İyi bir yedek olması umuluyordu. Craig Hodges ağır sakatlıklardan güçlü dönemeyince, çaylak B.J. Armstrong göreve hazır hale gelinceye kadar –geçici olarak– ilk beşe terfi etmişti. Krause ve Jordan onun yerine birini bulmak için iş birliği yaptılar, fakat yüksek profilli bir oyun kurucuyu Jordan ile birlikte oynamaya ikna etmek kolay iş değildi. Sonunda vazgeçtiler ve sezonu Paxson ile bitirmeye karar verdiler. Takımın çaylak Scott Williams’tan sonra en az para kazanan üyesiydi, kimsenin ona fazla değer vermediğini biliyordu ama orada olmaktan mutluydu.

Cartwright ise kariyerini Kaliforniya’daki evine yakın bir yerde bitirme niyetindeydi. Basketbol çevrelerindeki hayranlarından biri olduğunu bildiği Golden State koçu Don Nelson ile çalışmayı her zaman istemişti. Majesteleri imzalı yumrukların adresindeki Perdue, basketbolun kendisi için doğru meslek olduğundan hala emin değildi. Her ikisi de Jordan ile barış ilan edip takımda kaldılar.

Jordan’ın yeterince ciddi bulmadığı yardımcıları Pippen ve Grant’e gelince... Yönetimin yaklaşımı dayanamayacakları raddeye gelmişti. Pippen bir takımı tek başına sırtlayabilecek düzeye geldiğinin farkındaydı. Ama hala soyunma odasında tanıdıkları için Jordan’dan imza isteyen oyuncuydu. Sağdıcı Grant ise Bulls hücumlarında payına düşen sınırlı rol içinde potansiyelini asla göremeyeceğinden emindi. Şampiyonluktan bir sene önce, play-off maçlarına bir hafta kala, takasını istemişti. Jackson’ın takıma Grant üzerinden mesaj verme stratejisi de baş edilmesi güç bir boyuta ulaşmıştı. Fakat onlar da devam etmeyi seçtiler.

Jordan’ın istediği fizikli guard olması ümidiyle sezon öncesinde New Jersey’den getirilen Dennis Hopson, 1990 yazının “flaş” transferiydi. 1987’de Pippen’dan iki sıra önce seçilmiş, Nets yıllarında başına buyruk bir skorer profili çizmişti. Fırsat buldukça sefil bir şehirde yaşamaktan yakınıyor, gününün geri kalanını ise Bill Fitch ile dalaşarak geçiriyordu. Fitch ise henüz Hopson’ın yeteneğinden ümidi kesmemişti, yeni ve mutlu bir ortamda kendini bulabileceğini düşünüyordu. Jackson kolejdeki koçunun hislerine güvendi, transferi onayladı.

Hopson üçgen hücumun prensiplerine neredeyse alerjik bir tepki verecekti. Sezon sonunda hala nerede durması, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Lakers karşısındaki final serisine takımın on ikinci oyuncusu olarak çıktı. Soyunma odasında şampanyalar patlarken, gülümseyerek etrafını izliyordu. Çaresiz bir gazeteci, diğerlerine ulaşamayınca Hopson’ın yanında bitti.

 “Şu anda New Jersey’de olmak ister miydin?”

“Evet.”

Gülmüyordu.

Hopson, Levingston, Armstrong ve King, Hodges, Williams. Gönülsüzce de olsa, hepsi sezonun bir bölümünde Jordan’ın otobüsüne binmeye razı oldular. Devam ettiler ve sıcak bir Kaliforniya gününde kazanmaya başladılar. Battal beden gömleğinin terden mi, yoksa şampanyadan mı sırılsıklam olduğunu kestiremedikleri genel menajerleri de kutlamanın bitiminde aralarına katıldı. The Forum’un oyuncu çıkışına on iki taksi istedi.

Cem Pekdoğru, 2015
Socrates Dergisi'nin Eylül 2015 sayısında yayınlanmıştır.
(Sayı: 6, Merkez Kort: Başlangıçlar)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder