“Kenmore Meydanı’ndaki antik,
yeşil stadyumun içinde beyzbol oynanmaya başladığı ilk günden bu yana, bu
takımın kusuru hiç değişmedi. Çok yetenekli kadroların belli erdemleri
göstermekten yoksun oldukları için zirveden uzak kaldıklarını gördük. Karakter?
Red Sox’ın tarihinde sadece kabarık cüzdanlara ve daha da kabarık egolara yer
vardı: Yirmi beş oyuncu için yirmi beş taksi.”
Sports Illustrated yazarı Leigh Montville, 1990’ın Temmuz ayında
taraftarı olduğu Boston Red Sox için bu satırları yazıyordu. MLB’nin ilk
dönemine damga vuran takımlardan olan Red Sox, 1918’deki şampiyonluğunun
ardından 86 yıl boyunca Dünya Serisi kazanamayacaktı. Nesiller değişse de takım
efsanesi Ted Williams’a atfedilen bu söz geçerliliğini yitirmedi. Montville,
yan yana durmaya dahi dayanamayan egoları evlerine taşımak için antrenmanların
bitiminde yirmi beş oyuncuya yirmi beş taksi çağrılan yılların esaretinden hala
kurtulamadıklarını hissediyordu.
***
Phil Jackson böyle bir takıma
rastladığında, oyuna hakaret edildiğini düşünürdü. 1987’de sürpriz bir şekilde
açılan asistan koçluk pozisyonu için Chicago Bulls ile ikinci iş görüşmesine
girdiğinde, Michael Jordan ve arkadaşlarını da bundan farklı görmüyordu.
1967 yazında New York Knicks
tarafından draft edilmiş, aynı yaz
takımın başına getirilen Red Holzman ile tanışmasını hayatındaki tüm ‘ruhani’
kesişmelerin üzerinde konumlandırmıştı. Madison Square Garden’ın ıssız
kirişlerinde yan yana duran iki şampiyonluk flamasından sorumlu basketbol
dehasıydı Holzman. Onunla birlikte çalıştığı yıllar, Jackson için bir basketbol
nirvanasına karşılık geliyordu. Profesyonel basketbolda eşitlik idealine en çok
yaklaşan takımın bir parçası olacak kadar şanslıydı. Topun ve sorumlulukların
paylaşımı, ilkel sınırların tamamen yok olması ve pozisyonların iç içe geçmesi,
soyunma odasındaki güçlü bağlar... Jackson’ın koçluk kariyerine ilham veren
şeylerin tamamı o Knicks takımından geliyordu. Bununla birlikte basketbol ona
Woodstock döneminden kalan arkadaşlarının bulamadığı bir sığınak, düzene
güvenli bir mesafeden bakabileceği bir meslek sunmuştu. Fakat 1985’teki ilk iş
görüşmesine gittiği haliyle (Ekvador gezisinde aldığı dev bir hasır şapka,
tropikal bir gömlek, pasaklı bir sakal) NBA tarafından hiçbir zaman ciddiye
alınmayacağını ve CBA ya da Güney Amerika liglerindeki mahkum hayatına devam
etmek zorunda kalacağını biliyordu. Bir yerden başlamalıydı.
Ve başlamak için güzel bir
yerdeydi. Takım içinde koç Doug Collins’e saygı duyan tek kişi kalmamıştı.
İşini borçlu olduğu genel menajer Jerry Krause, şimdi düşmanları arasında liste
başıydı. Süperyıldızı ile olan ilişkisi ise gitgide daha histerik bir hal
alıyordu. 1988’in Noel arifesinde kaybedilen Hornets maçından sonra soyunma
odasına girmiş, tahtaya YARIN 11:00, CHICAGO’DA ANTRENMAN yazmıştı. Jordan’ın
başka planları vardı. Fikstür açıklandığında her zaman olduğu gibi ilk olarak
Charlotte deplasmanına bakmış, Noel’i evde geçireceği için sevinmişti.
Collins’in anlamsız mesajı için Chicago’ya kadar uçup geri dönemezdi. Sabah bütün
takım toplanmış, takım otobüsünde Jordan’ı bekliyordu. Bu, maç sonlarından
alışkın oldukları bir durumdu. Farklı olarak bu kez Jordan’ın gelmeyeceğinden
eminlerdi. Collins en sonunda çareyi yardımcılarından birini Jordan’ın evine
göndermekte buldu: “Beş dakikalığına da olsa lütfen yanımıza gelsin, antrenmanı iptal ettiğimi söyleyeceğim.”
Bu, Collins’in Bulls koçu olarak
gördüğü son Noel oldu.
“Beni bir basketbol takımını Red
Holzman gibi çalıştırabileceğine inandırmalı. Holzman döneminde Knicks’in oynadığı
basketbol, benim için bu oyunun nasıl oynanması gerektiğini simgeliyor. Bulls
basketbolu da bu temel üzerine oturmalı.”
Takımı satın aldıktan sonra Jerry
Reinsdorf, koçundan beklentilerini böyle açıklamıştı. Beş yılın ardından
nihayet aynı dili konuşan bir koç bulduğu için minnettardı. Fakat takımın 23
numarası bu dili öğrenmediği müddetçe, Reinsdorf ve Jackson’ın konuşmaları
boşunaydı. Jordan’a göre Holzman’ın takımı yıllar önce kapanmış bir çağı temsil
ediyordu. Jackson asistanlığının ilk günlerinde yanına gelip o takımda
yıldızlarından diğer oyuncuları yukarı çekmelerini beklediklerinden, Walt
Frazier ve Willis Reed’in bunu becerebildikleri için yıldız statüsü
kazandıklarından bahsettiğinde teşekkür etmekle yetinmişti.
Fakat Jackson için asistanlık günleri
artık geride kalmıştı. 1990 yazında, hayal kırıklığıyla biten bir başka Pistons
serisinden çıkmış Jordan’ı ofisine çağırdı. Bire bire dayalı oyunun, hiçbir
zaman Pistons seviyesindeki takımları alt etmeye yetmeyeceğini anlamasının
vakti gelmişti. Girizgahı Jordan’ın işitmeye katlanamadığı iki sözcükle yaptı: Üçgen hücum.
***
Jordan’ın “grip” maçından önce,
Pippen’ın “migren” maçı vardı. 1990 Konferans Finalleri’nin yedinci maçının
sabahında Scottie Pippen daha önce tanışmadığı bir ağrıyla uyanmıştı. Migren
maçı, aynı zamanda Bulls’un sezonunun son maçı oldu. Yaz boyunca Pippen, sahada
olduğu 42 dakikanın bir saniyesini bile hatırlamadığını söyleyecekti. Chicago
basını hatırlatmak için elinden geleni yapıyordu. O yıl kariyerinde ilk kez
All-Star olan Pippen’ın sezonun kader maçında 1/10 ile şut atması Chicago
berberlerinin favori sohbet konusu haline gelmiş; başında buz torbası, sırtında
havluyla kenarda oturan Pippen imajı şehrin ve ülkenin ortak hafızasına
kazınmıştı. Doktorları migrenin tek sebebinin stres olmadığını söylese de
baskıya yenilmediğini göstermek için neredeyse bu ağrıların kronikleşmesini
isteyecek hale gelmişti
Pistons şampiyon olmuş, John
Salley takımın en değerli oyuncusunun kim olduğunu soran gazetecileri memnun
edecek bir cevap hazırlamıştı: “Bizde havayı belirleyen tek bir oyuncu yok.
Bizi takım yapan da bu. Eğer her şeyi tek bir oyuncu yapsaydı, takım olmazdık.
Chicago Bulls olurduk.”
Başka bir çarem var mıydı? Salley’nin yorumlarını Jordan böyle
karşılamıştı. Basketbol tarihindeki en popüler tavuk-yumurta tartışmasında yeni
bir sayfa. Migren ağrıları dindirilebilirdi, fakat Pippen ve diğerlerinin daha
büyük sorunları olduğuna inanıyordu. Yedinci maçtan sonra sezonun son
antrenmanı için toplandıklarında gördükleri de onu onaylayacaktı: “İçeri
girdiğimde solumda Horace ve Scottie’nin birbirleriyle şakalaştıklarını gördüm.
Yetenekliler ama hiçbir zaman bu işi ciddiye almayacaklar. Sağımda çaylaklar
var, yine bir aradalar. Kaybettiğimiz şeyin farkında olmadıkları her
hallerinden belli. Beyaz çocuklar sıkı çalışıyor ama onlarda da yetenek yok.
Diğerleri? Hangisinden ne bekleyebilirsin ki? Hiçbir işe yaramazlar.”
1984 yazında Air Jordan’ın
ABD’nin en büyük üçüncü pazarına iniş yapması, yeryüzündeki sponsorlarının
yüzünü güldürmüştü. Bulls’un pazarlama departmanı yoğun bir mesaiye girişmiş,
Reinsdorf ilk günden Jordan hayranları arasındaki yerini almıştı. Jordan
gittiği her şehirde kapalı gişe oynuyor, fakat altı sezonun sonunda ortada hala
bir şampiyonluk çekirdeği göremiyordu. Bulls
şampiyonluğu gerçekten istiyor muydu, yoksa tek istekleri bilet satmak mıydı? İmzaladığı
milyon dolarlık ayakkabı anlaşmasına rağmen, tahtında gülümseyen Magic
Johnson’ı gözünde canlandırabiliyordu. Amerikalılar için takım oyununu,
basketbol zekasını ve kazanma karakterini temsil eden hala oydu. Jordan’ın
temsil ettiği şeyler de vardı elbette. Bireysel mükemmeliyet ve kaybetmek gibi.
Takımın diğer kaptanı Bill
Cartwright, sezona başlarken on bir yıldır beklediği yüzüğü Chicago’da da
kazanamayacağından emindi: “O gördüğüm en büyük sporcu, belki de herhangi bir
spordaki gelmiş geçmiş en büyük. İstediği her şeyi yapabiliyor ve bunu çok
kolaymış gibi gösteriyor. Ama bir basketbolcu değil.”
***
Rivayetler. Gazeteci Sam Smith’in
1992 yılının başında yayınladığı The Jordan
Rules bunlarla doluydu. John Feinstein’ın Indiana Üniversitesi’nin 1985-86
sezonunu hikayeleştirdiği A Season on the
Brink, türünün ilk örneği olmuş ve ABD’de iki milyondan fazla satmıştı.
Feinstein’ın kitabının bir numaralı pazarlamacısı, kitabı yazarken güçlü bir
dostluk kurduğu kült koç Bobby Knight olacaktı. Smith bundan esinlenmiş
olmalıydı, fakat kalkıştığı daha zor bir işti. Kitaptan bölümlerin basına
sızmasıyla birlikte kıyamet koptu. Rivayetlerden biri, Cartwright hakkındaydı.
Takımda kalan son arkadaşı, sahadaki koruyucu meleği Charles Oakley
karşılığında Chicago’ya gelen deneyimli uzunu saf dışı bırakmak isteyen Jordan,
bir seferinde, ilk beşteki diğer üç oyuncuyu toplamış ve “Cartwright’a pas
veren benden top alamaz” demişti. İdmanlarda da paslarını, kasten, Cartwright’ı
kötü gösterecek şekilde atıyordu. Antrenman sahasında Jordan’dan özel muamele
gören tek takım arkadaşı Cartwright değildi. Krause’un büyük beklentilerle uzun
rotasyonuna eklediği Will Perdue’ya bir mesaj vermek istediğinde yumruklarına
başvurmuştu. Majesteleri çıplaktı. En azından rivayetlere inananlar için.
İşin aslı, rivayet edilen olaylar
sorunlu Collins döneminin mirasıydı. Amerika’nın en meşhur dirseklerine sahip
Cartwright, 1991 şampiyonluğuna verdiği katkıyla nihayet Jordan’ın onayını
almıştı. Perdue da kitap çıktığında çoktan takımın maskotu olmuş, sahadaki en
küçük olumlu hareketiyle bile alkışları toplamaya başlamıştı. Yine de bunların
pek önemi yoktu, The Jordan Rules
takım için yeni bir karakter testi haline gelmişti. Bir kitap, bazen, bunu da
yapabilirdi. Yolculuğu yolculukta yazmış, okuyucusuna iletilemez olanı
hissettirmeyi vadetmişti. Eğer John Wooden haklıysa ve “kazanmak için yetenek,
tekrar etmek için karakter gerekiyor” ise 1992 Bulls takımının karakterini Smith’e
vereceği yanıt belirleyecekti.
***
1991’in Ocak ayının sonunda
Bulls, Merkez Grubu’nun liderliğini son şampiyon Pistons ile paylaşıyordu.
Dereceleri onları kulüp rekoruna götürecek gibi duruyordu. Soyunma odasında ise
Smith’in rivayetlerini destekleyen bir hava hakimdi. Jordan’ın yeteneklerinden
şüphe duyduğu iki beyazdan biri olan John Paxson şunları söyleyecekti:
“Kariyerim boyunca böyle bir şeyle karşılaşmadım. Spurs’te oynarken grup
birinciliğinden 37-45’lik bir sezona gerilemiştik ama herkes oyundan keyif
alıyordu. Burada ise devamlı kazanıyoruz ama hiç kimse mutlu değil. Kimisi
dakikalarından, kimisi şutlarının sayısından, kimisi aldığı maaştan şikayetçi.
Yıldızlar takım arkadaşlarının gönderilmesini, yöneticilerin kovulmasını
istiyorlar. Hiç kimse burada olmak istemiyor. Ben hariç. Beni de yöneticiler
istemiyor.”
Ed Nealy sezon öncesinde elden
çıkarıldığında Paxson’ın günlerinin de sayılı olduğu düşünülüyordu. Aslında
Bulls ile sözleşme imzaladığı ilk günden beri memur görünümlü bu oyun kurucuya
fazla ömür biçen yoktu. İyi bir yedek olması umuluyordu. Craig Hodges ağır
sakatlıklardan güçlü dönemeyince, çaylak B.J. Armstrong göreve hazır hale
gelinceye kadar –geçici olarak– ilk beşe terfi etmişti. Krause ve Jordan onun
yerine birini bulmak için iş birliği yaptılar, fakat yüksek profilli bir oyun
kurucuyu Jordan ile birlikte oynamaya ikna etmek kolay iş değildi. Sonunda
vazgeçtiler ve sezonu Paxson ile bitirmeye karar verdiler. Takımın çaylak Scott
Williams’tan sonra en az para kazanan üyesiydi, kimsenin ona fazla değer
vermediğini biliyordu ama orada olmaktan mutluydu.
Cartwright ise kariyerini
Kaliforniya’daki evine yakın bir yerde bitirme niyetindeydi. Basketbol
çevrelerindeki hayranlarından biri olduğunu bildiği Golden State koçu Don
Nelson ile çalışmayı her zaman istemişti. Majesteleri imzalı yumrukların
adresindeki Perdue, basketbolun kendisi için doğru meslek olduğundan hala emin
değildi. Her ikisi de Jordan ile barış ilan edip takımda kaldılar.
Jordan’ın yeterince ciddi
bulmadığı yardımcıları Pippen ve Grant’e gelince... Yönetimin yaklaşımı
dayanamayacakları raddeye gelmişti. Pippen bir takımı tek başına
sırtlayabilecek düzeye geldiğinin farkındaydı. Ama hala soyunma odasında
tanıdıkları için Jordan’dan imza isteyen oyuncuydu. Sağdıcı Grant ise Bulls
hücumlarında payına düşen sınırlı rol içinde potansiyelini asla
göremeyeceğinden emindi. Şampiyonluktan bir sene önce, play-off maçlarına bir hafta kala, takasını istemişti. Jackson’ın
takıma Grant üzerinden mesaj verme stratejisi de baş edilmesi güç bir boyuta
ulaşmıştı. Fakat onlar da devam etmeyi seçtiler.
Jordan’ın istediği fizikli guard
olması ümidiyle sezon öncesinde New Jersey’den getirilen Dennis Hopson, 1990
yazının “flaş” transferiydi. 1987’de Pippen’dan iki sıra önce seçilmiş, Nets
yıllarında başına buyruk bir skorer profili çizmişti. Fırsat buldukça sefil bir
şehirde yaşamaktan yakınıyor, gününün geri kalanını ise Bill Fitch ile
dalaşarak geçiriyordu. Fitch ise henüz Hopson’ın yeteneğinden ümidi kesmemişti,
yeni ve mutlu bir ortamda kendini bulabileceğini düşünüyordu. Jackson kolejdeki
koçunun hislerine güvendi, transferi onayladı.
Hopson üçgen hücumun
prensiplerine neredeyse alerjik bir tepki verecekti. Sezon sonunda hala nerede
durması, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Lakers karşısındaki final serisine
takımın on ikinci oyuncusu olarak çıktı. Soyunma odasında şampanyalar
patlarken, gülümseyerek etrafını izliyordu. Çaresiz bir gazeteci, diğerlerine
ulaşamayınca Hopson’ın yanında bitti.
“Şu anda New Jersey’de olmak ister miydin?”
“Evet.”
Gülmüyordu.
Hopson, Levingston, Armstrong ve
King, Hodges, Williams. Gönülsüzce de olsa, hepsi sezonun bir bölümünde
Jordan’ın otobüsüne binmeye razı oldular. Devam ettiler ve sıcak bir
Kaliforniya gününde kazanmaya
başladılar. Battal beden gömleğinin terden mi, yoksa şampanyadan mı sırılsıklam
olduğunu kestiremedikleri genel menajerleri de kutlamanın bitiminde aralarına
katıldı. The Forum’un oyuncu çıkışına on iki taksi istedi.
Cem Pekdoğru, 2015
Socrates Dergisi'nin Eylül 2015 sayısında yayınlanmıştır.
(Sayı: 6, Merkez Kort: Başlangıçlar)
Cem Pekdoğru, 2015
Socrates Dergisi'nin Eylül 2015 sayısında yayınlanmıştır.
(Sayı: 6, Merkez Kort: Başlangıçlar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder