Son dönemde
Danimarka’dan çıkan en heyecan verici projelerden Reptile Youth, geçen hafta
Avea Escape To Music kapsamında Roxy sahnesindeydi. Grubu oluşturan Mads
Damsgaard Kristiansen ve Esben Valløe’yi konser öncesinde söyleşi için
yakaladık, müzikal yolculuklarını ve Danimarka’dan çıkmakta olan başka heyecan
verici şeyleri sorduk.
İlk kez bir şarkınızı
dinlediğimde, müziğinizin bir kitleye gereksinim duyduğunu hissettim.
Soundcheck sırasında da o hissi hatırladım, eksik olan bir şey var gibiydi.
İstanbul’a sizden önce konserlerinizin ünü ulaştı, tesadüf olmasa gerek.
Mads: Bu hissi başkalarından da duyduk. Reptile Youth bir
konser grubu olarak başlamıştı. Çıkıp şarkılarımızı çalmaya başladık. Bunu en
iyi nasıl yapabiliriz, en iyi tınıyı nasıl yakalayabiliriz gibi sorularla
ilgileniyorduk sürekli. Bu sırada kayıt sürecini hiç düşünmedik. Eninde sonunda
bunları kaydedeceğimizi içten içe biliyorduk tabii, ama başlangıçta buna
yoğunlaşmamıştık.
Yaratım sürecinde de kitlenin o enerjisinden beslendiğimizi
düşünüyorum. Canlı çalmayı çok seviyoruz ve orada her şeyden soyutlanmış farklı
bir dünya yarattığımızı hissediyoruz.
Bazı şarkılarınızda
çok güçlü sözler göze çarpıyor… Yabancı bir dilde üretmenin güçlüğe dönüştüğü
zamanlar oluyor mu?
Mads: Aslında çok rahat hissediyorum İngilizce üretirken.
Danca şarkılar yazdığım da oluyor ama İngiliz dilini daha çok seviyorum. Birçok
grubun sözleri fazla önemsemediğini gözlemliyorum. Bu belki daha çok son 10-20
yıl için geçerli bir eğilim. Çünkü eski dönemlerin şarkılarını dinlediğimde,
her zaman bir lirik düşünce etrafında kurulduğunu görüyorum müziğin. Günümüz
müziğinde çoğu zaman şarkı, bir şey söylemeye niyetlenmiyor bile.
Müziğinizin yapı taşlarından biri de dans kesinlikle. Siz
dans etme eylemini nasıl görüyorsunuz? Bazı şarkılarınızı ele geçiren karanlık
havayı düşünürsek, karanlık bir yanı da var mı dansın?
Mads: Aslında var, ama genel anlamda dans benim için
karanlık bir şey değil. Seni karanlıktan çıkaran bir şey. Çünkü bana göre tüm
karanlık, kafamızın içinde. Dansta kontrolü kaybettiğini hissettiğin çok hoş
bir an var, o anda beyin de devre dışı kalıyor ve böylece karanlıktan çıkmanın
bir yolunu buluyorsun.
Dansı iki farklı şeyin kombinasyonu olarak tanımlıyorum;
fiziksel bir ifade şekli ve kontrol kaybı.
İlk albümünüzdeki 10 şarkı için, her biri farklı bir
yönetmenin elinden çıkma 10 video yayınladınız. Bu denli yoğun bir görsel
kullanımının, şarkıyı anlamlandırmaya çalışan dinleyici için bir tehlike
yaratabileceğinden çekindiniz mi? Bir tür algı manipülasyonu…
Esben: Böyle olduğu da düşünülebilir. Ama ben bunu bir
tehlike olarak görmektense, dinleyicinin perspektifini genişletebilecek bir
fırsat olarak düşünmüştüm. Bugünlerde denk geldiğim müzik videolarının
birçoğunu sıkıcı buluyorum. Sanatçının yarattığı eseri öylece bırakmayıp, yeni
bakış açılarına zemin hazırlayacak -kimi zaman provokatif- görseller
oluşturması fikri hoşuma gidiyor.
Bu bağlamda Reptile Youth’un müziğin ötesine geçip, bir
hareket haline gelmesinden mutluluk duyacağınızı söylüyorsunuz. Danimarka
diyorsunuz, bir tür sanat kolektifinden bahsediyorsunuz. Aklıma Dogme 95
geliyor.
Mads: Kesinlikle böyle bir şeyin başlangıcı olmak istiyoruz,
video projesi de bu düşüncenin bir ürünüydü. Ayrıca bunu Danimarka ile sınırlı
tutmak istemiyoruz. Portekizli, Norveçli, Kanadalı, Amerikalı, İspanyol,
İngiliz yönetmenlere de ulaştık bu proje için. Onların videolarına rastladık,
iletişime geçtik, olağanüstü bir şey yaptıklarını ve bizim için de bir video
çekmelerini istediğimizi söyledik. Aralarında Reptile Youth diye bir grubun
varlığından haberdar olan yoktu. Ama müziğimizi dinlediler, fikrimiz ilgilerini
çekti. Belki onları tamamen özgür bırakmamız da hoşlarına gitti.
Dogme 95 konusunda… İşin aslı, yeni albümümüzün çıkış
şarkısına çekeceğimiz video için bir yönetmene ihtiyaç duyduğumuzda “Neden Lars
von Trier’le irtibata geçmiyoruz” dedik. Kulağa mantıklı gelmiyor, evet. Ama
denemeden bilemezdik. Meseleye böyle yaklaşıyor olmasaydık, ilk albümümüzde
David M. Allen’la çalışma şansımız da olmazdı.
Bazı hayranlarınız grubun hak ettiği değeri görmemesinden
şikayetçi, seslerini çıkarmaktan da hiç çekinmiyorlar. Bunu Danimarka’nın indie
müzik coğrafyasındaki konumuyla ilişkilendirdiğiniz oluyor mu? Mesela,
Pitchfork’un Manhattan’daki ofisinin üç blok ötesinde bir apartmandan
çıktığımız bir paralel evrende hayatımız daha kolay olurdu gibi… Belki bunu
önemsemiyorsunuzdur bile.
Esben: Tabii ki önemsiyoruz ama ben uzun vadede böylesinin
daha iyi olduğunu düşünüyorum. Dinlemekten hoşlanacağımız ve bize ilham veren
türden şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Mads: Yola “Pitchfork’un sevebileceği şarkılar yapalım” diye
çıkmak da çok tehlikeli. Bazen sadece pazarlanabilir olanı keşfetmeye
odaklanıyorlar, ucubik gruplara yöneliyorlar. Herkes de bunun farkında.
Danimarka çıkışlı olanlar da vardı bunlar arasında. Albümleri bir hafta boyunca
Pitchfork gibi sitelerin anasayfasında dururdu, ama o sırada Danimarka’daki
konserlerinde yirmi kişi bile olmazdı. Medyanın şişirdiği bir grup olmaktansa,
sadık bir kitleye sahip olmayı tercih ederim. O insanlara yavaş yavaş
ulaştığımızı hissediyorum.
Esben: Ben Pitchfork’u takip ediyor olsaydım, evimde
yalnızca bir kere dinlediğim 10 bin tane plak olurdu muhtemelen. Biz o
albümleri yapan grup olmak istemiyoruz, bir şekilde tarih içinde yerini bulan
bir şeye can vermek istiyoruz. Gelip geçici bir moda olmanın özenilecek bir
tarafı yok.
Cem Pekdoğru, 2014
redbull.com/tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder