Ekim 28, 2010

Altın Her Zaman Parlamaz


Amerikan halkına özgü o tepeden bakan yaklaşımla literatüre “B Takımı” olarak geçen Kevin Durant’in çetesi, yaz ödevlerini A sınıfı bir basketbol ve altın madalyayla yerine getirdi.

NBA Türkiye’nin Eylül sayısını okurken güzel bir 1986 Dünya Basketbol Şampiyonası nostaljisi yaşamıştık. Benim jenerasyonumdakilerin tahayyül etmekte zorlandığı bir resimdi İspanya’daki. Birleşik Devletler’in kolej takımlarıyla dahi domine etmekte zorlanmadığı bir şampiyona. Hem de Doğu Avrupa coğrafyasının tüm nimetlerinden yararlanma şansına sahip Sovyetler gibi bir büyük gücün varlığında…

Basketbol sevgisi içinde yeni yeni yuvalanmaya başlamış bir çocuk olarak izlediğim 1998 Dünya Basketbol Şampiyonası’nda o sezonki lokavt nedeniyle, profesyonel oyuncular -NBA organizasyonundan aslında çok da ayrıksı olmayan- milli takımlarını boykot ediyordu. Trajan Langdon ve Brad Miller gibi vaatkar kolej oyuncularının dışında, kadro tamamen NBA’de kontrat bulamayıp kariyerlerini CBA’de (bugünkü D-League’in karşılığı diyebiliriz) veya Avrupa’nın çeşitli liglerinde sürdürmeyi tercih eden oyunculardan kuruluydu. İyi bir takım kimyası yakalayan bu oyuncular, üçüncülük maçında ev sahibi Yunanistan’ı da yenip bronz madalyaya tutunuyordu. Fakat bu sırada ABD’nin onuru için oynayan bu basketbol seferilerinin emekleri, anavatanda tamamen göz ardı ediliyordu. Basketbol dünyasının, hatta daha açık konuşalım dünyanın hakimi olarak Amerikan bayrağını göğsünde taşıyan her sporcunun kaderi altın madalya olmalıydı. Bu yüzdendir ki, benim gözümde birer kahraman olan o Amerikan takımının üyeleri ülkelerinin vatandaşlarına göre hep beraber bir başarısızlık hikayesi yazıyorlardı. Ama olimpiyat altını tehlikeye girmediği müddetçe, bu çok da büyük bir problem değildi.

Sydney’de düzenlenen 2000 Yaz Olimpiyatları ise bir kırılma anıydı. Elde defalarca All-Star olmuş üst düzey profesyonelleri barındıran bir kadro vardı. Fakat önce grup maçları aşamasında ilk kez rakibine çift haneli fark atamamış NBA oyuncularıyla tanışan Amerikan halkı, yarı finalde Sarunas Jasikevicius’un savurduğu üçlükle mağlubiyetin tadını tecrübe etmeye de çok yaklaşacaktı. Acil durum sinyallerini almamakta ısrar eden USA Basketball yöneticileri için, ülkenin en iyilerinden yoksun gittikleri Atina’da kaybedilen olimpiyat altınından sonra harekete geçmek kaçınılmaz olmuştu. Jerry Colangelo’nun 2008 Yaz Olimpiyatları için yeniden gerçek bir “Rüya Takım” planını devreye sokmasıyla zor bir finale rağmen ‘her zaman onların olan şeyi’ tekrar devralmayı başardılar. Bu düşünüşle Olimpiyat altınını kurtaran bu takıma “Redeem Team” adı verilecekti.

“COLANGELO’NUN B PLANI YOK”

Ülkenin onuru kurtarıldıktan sonra, sırada bir sonraki büyük turnuva için yeni bir oyuncu havuzu oluşturmak vardı. Yani 2012 Yaz Olimpiyatları için… Bir dahaki sefere unvanlarını korurken, rakiplerine İspanya’ya verdikleri kazanma ümidini dahi vermemekti Amerikan halkının amacı. Yani kapıyı tamamen kapatmak. Herkesin gözden kaçırdığıysa, Amerikan milli takımının ajandasında daha önce gidilmesi gereken bir adres daha olduğuydu: İstanbul.

Dört sene önce Japonya’da, Yunanistan’a kaybettikleri yarı final maçında façası fena halde bozulan Mike Krzyzewski’nin imajı düzeltilmeliydi. Birleşik Devletler’in basketbol tarihinde üst üste iki dünya şampiyonasını altın madalyasız kapatan bir koçun adı yazmıyordu. 2012 üzerindeki odak bozulmadan bu turnuvayı kazanabilecek bir takıma ihtiyaç vardı. Yani ‘idare etmeye yetecek’ bir kadro kurulmalıydı. Sonuçta 31 kişilik oyuncu havuzundan, Türkiye’ye gitmek üzere 24.5 yaş ortalamalı bir 12 kişi çekiliyordu. Parmağında şampiyonluk yüzüğü taşıyan Chauncey Billups ve Lamar Odom bir kenara bırakıldığındaysa, bu ortalama sadece 23’e tekabül ediyordu. Kadro gelecekte NBA’e hükmetmesi umulan bir dolu yetenekten kuruluydu. Fakat 2008’deki olimpiyat şampiyonu takımdan tek bir oyuncu yoktu. Bu bağlamda Amerikan halkının bu takıma uygun gördüğü isim şaşırtıcı değildi, onları “B-Team” olarak çağırıyorlardı.

Her ne kadar egoları LeBron James ya da Kobe Bryant kadar semirmemiş gençlerden bahsediyor olsak da, bu ismin takım için çok onur verici olmadığını tahmin etmek güç değil. Kevin Durant gibi sıra dışı bir süperyıldızın liderliğinde bunu problem etmiş gözükmeyen “B Takımı” ilk günden itibaren, onları küçük görenleri yanıltmaya kararlı olduklarını gösterdiler. Bu durum Coach K için de geçerliydi. Genelde koçların kafalarının bir köşesinde yer etmiş, riskli denemeleri uygulamaya geçirmesine hizmet eden hazırlık maçlarında bile Amerikan kenar yönetiminin kazanmak için oynadığı o kadar açıktı ki. Şampiyonanın başlamasına bir hafta kala oynanan İspanya ve Yunanistan maçlarını izleyen herkes bunu fark etmiştir. Belirlediği Rose-Billups-Durant-Iguodala-Odom beşini her maçın sonunda mutlaka sahada tutan, kafasında sildiği -All-Star unvanlı- Rajon Rondo’ya son bir şans vermekten imtina eden Krzyzewski’nin yenilgiye tahammülü yoktu. Hazırlık maçlarında bile, ülkedeki şüphe duyan kalabalığa “İşte, tam da beklediğimiz gibi” deme fırsatı vermemeliydiler.

YİNE, YENİ, YENİDEN: ABD’NİN UZUN PROBLEMİ

Bu yolda bazı sorunlarla da boğuşmak durumunda kaldılar. İstanbul’da 5 numara rotasyonunu oluşturması beklenen isimlerden önce Amare Stoudemire kadrodan ismini çekti. Ardından da Brook Lopez mononükleoz hastalığı, David Lee ise parmak sakatlığı nedeniyle kamptan ayrılmak zorunda kaldılar. İşler o kadar vahim bir hal almıştı ki, NBA’de henüz hiçbir şey ispatlamamış JaVale McGee apar topar kadroya çağrıldı. Birkaç gün öncesine kadar Yaz Ligi’nde oynayan bu çocuğun eldeki güvenilecek tek gerçek uzun olduğu ve kadroda tutulması gerektiği bile söylendi birçoklarınca. Krzyzewski bir karar vermek zorundaydı. Ülkemizdeki futbol programlarında da bolca tartışılan “Kadroya göre sistem mi, yoksa sisteme göre kadro mu” sorusu eski ordu üyesi koçun beynini meşgul ediyordu. Elindeki guard ağırlıklı kadroyu kısa vadede elden geçirmesi mümkün olmayan Krzyzewski’nin bu dilemması, ilk şıkkın seçilmesiyle sonuçlanıyordu.

Daha önce sırtı dönük oyunu olan bir uzunun FIBA basketbolu için elzem olduğunu defaatle deneyimlemiş Amerikan takımını zor bir görev bekliyordu. Eldeki oyunculardan sadece Tyson Chandler takımında 5 numara oynuyordu ve onun da sırtı dönük bir tehdit olacağını söylemek kötü bir şakadan ibaret olurdu. Dahası son iki senede yaşadığı sakatlıklar ondan çok şeyi alıp götürmüştü. Ribaund sezgileriyle NBA’de önemli bir 4 numara olmuş ya da bunun ışıklarını vermiş Odom-Love ikilisi de, rakip uzunların birçoğuna karşı aciz duruma düşebilirdi. Hatırlanacağı üzere 2006 yarı finali sonrasında basının manşetlerini Amerikan orijinli bir oyuncu süslemişti, fakat Sofoklis Schortsianitis bunu Yunan milli takımının formasıyla başarmıştı. “Big Sofo” eski formundan uzaksa da, en az onun kadar tehlikeli olabilecek isimler vardı. Tiago Splitter, Nenad Krstic ve Marc Gasol gibi uzunlara karşı bu 2.5 kişilik rotasyon neler yapabilirdi? Yunanistan karşısındaki hazırlık maçında Kostas Tsartsaris bile mezarından çıkıp bu pota altına 24 sayı atabilmişti. O günkü maçta sakatlıklar sebebiyle Bourousis-Schortsianitis ikilisi sahne alamıyordu da. Yani Amerikan uzunları henüz gerçek bir tehdit görmemişti.

ŞAMPİYONLUK YOLU ya da OTOBANI

Fikstür, Abdi İpekçi’deki serüven için zor bir başlangıç hazırlamıştı. Şampiyonanın ilk iki gününde gruptaki iki Avrupa takımıyla karşılaşacak ABD, üçüncü gün Brezilya önünde kayda değer tüm maçlarını geride bırakmış olacaktı. Boş günü takip eden İran ve Tunus maçlarının, rakip oyuncular için torunlara anlatılacak birer tecrübeden öteye gitmesi iyimser bir tahmin olurdu. Fakat Hırvatistan ve Slovenya, ABD takımının makyajının akmasını sağlayacak yapıdan uzaktı. Karşılarındaki en zorlayıcı uzunlar NBA kariyerinde klasik “yabancı adam” esprilerinin muhatabı olması dışında hatırlanır pek bir yanı bulunmayan Primoz Brezec ve yeni yeni serpilen Ante Tomic idi. Her iki takımın guard rotasyonları, yetenekli fakat tempoyu düşürme konusunda beceriksiz oyunculardan oluşuyordu. Roko Ukic’in yoğun baskıda takımını yönetmekte güçlük çektiği ve 2/11 ile şut attığı Hırvatistan maçı iki çeyrekte kopuyordu. ABD’nin 50-33’lük ribaund dominasyonuna sahne olan (Love-Odom ikilisinden 20 ribaund) Slovenya maçı ise, ilk çeyrekte Goran Dragic’in 2 faul alıp kenara gitmesiyle -fiilen olmasa da- bitiyordu. Kenardan gelen Eric Gordon, Rudy Gay, Russell Westbrook gibi isimler de bu iki galibiyette önemli rol oynadı. Özgüven tavan yapmıştı.

Brezilya da yüksek tempoda oynamaya meyilli olsa da, önceki iki rakiple benzeşmeyen bir karaktere sahipti. Caja Laboral’de muazzam bir sezon geçiren Marcelinho Huertas, tempoyu oyunun gerektirdiği yönde dikte eden aklı başında guard türünün en iyi örneklerindendi. Daha önce adını zikrettiğim Splitter ise önceki yıllarda Amerikalı uzunlara zorluk çıkaran oyuncu prototipini göz önüne alırsak, bu takımın panzehri olmaya adaydı. Buna Leandro Barbosa’nın ‘düzen dışı skorer’ kimliği eklendiğinde, Brezilya’nın maçı kazanmaya bir son dakika basketi kadar yaklaşması salondaki bizleri pek fazla şaşırtmıyordu.

Eliminasyon safhasında ise sırayla Angola, Rusya ve Litvanya oluyordu Birleşik Devletler’in karşısına çıkan takımlar. Büyük düşmandan kaçış planları doğrultusunda, şampiyona tablosunun diğer tarafını legal ya da illegal yollardan dolduran Sırbistan, İspanya ve Yunanistan’ın finale gelene kadar bir yerlerde tökezlemesinin ABD’nin işini hayli kolaylaştırdığını söylemek çok yanlış olmaz. Türkiye’yi de dahil edebiliriz, bu takımların -Angola dışında- hepsi sağlam yapılara ve iyi kimyalara sahipti. Ama hiçbiri bir Huertas ve Splitter’a sahip değildi. İyi oldukları noktalarda ise halihazırda uzmanlaşmış bir ABD takımını karşılarında buldular. Krzyzewski’nin öğrencilerine uygulattığı müthiş baskılı alan savunmasını küçümseyecek değilim. NBA’de hiçbir zaman birer savunma silahı olarak tanımlanmamış Iguodala-Gay ikilisinin rol oyuncusu olarak aldıkları savunma görevlerinin nasıl sonuçlar verdiğini de bittabi görüyorum. Ama yine bu takımın -Brezilya dışında- karşısında güçlü testler verecek rakipler bulduğundan emin değilim. Dört eleme maçında elde ettikleri ortalama 24 farkta bu kolay şampiyonluk yolunun payını göz ardı etmemeliyiz.

Fakat bu görüş bizi tehlikeli bir yaklaşıma sürükleyip, doğru tepkiyi vermekten alıkoyabilir. Hatta Atina 1998’deki bronz madalya sahibi ekibe, evlerine mağrur bir şekilde dönme imkanı tanımayan o benmerkezci Amerikalılar’dan birine dönüşebiliriz. Bu aşamada yapılması gerekense bu takımın hakkını vermek. Amerikan halkı Türkiye’den gelen haberleri YİNE kendilerine bahşedilen bir şeyin resmiyete dökülmesi olarak yorumlama eğilimi gösterseler de, biz burada bunu yapmayacağız.

EN ÖZEL B YÜZÜ ŞARKILARI GİBİ

Müzik piyasasındaki ‘single’ mefhumu, bir grubun çok tutulmuş ve moda tabirle ‘hit’ olmuş bir şarkısının tek başına bir albüm olarak satışa sunulmasına dayanır. Fakat yine de bir şarkıyı tek başına servis etmek ufak çaplı bir patavatsızlık anlamına geleceğinden, yapımcılar genelde gruptan ikinci bir şarkı isterler. Belki esas şarkının farklı bir versiyonuyla birlikte, bu “yancı” şarkının gideceği yer albümün B yüzüdür. Fakat müzik dünyasında, hiç beklenmedik şekilde A yüzündeki şarkıyı gölgede bırakan B yüzü şarkıları da görülmemiş değildir. Bu takımın üyeleri bana fena halde böyle şarkıları anımsatıyor.

İstanbul’a geldiklerinde şampiyona afişlerinde Bryant ve James’i gören bir süperyıldızın psikolojisini düşünün. Şimdi bu düşündüklerinizi unutun. Çünkü Durant görebileceğiniz en “radar altı“ NBA starı ve bu tür komplekslere sahip olmadığını her gün yeni bir örnekle gösteriyor bize. Hücumda Durant’e fazlasıyla bağımlı gözüken bu takıma şampiyonluğu getirenin savunma olduğundaysa hemen herkes hemfikir. Oyunun savunma yakasında Durantula, istisnai fiziğine rağmen sadece yan rollerden birine oturabiliyor. NBA’de ‘franchise player’ gömleğini üzerine bir türlü yakıştıramamış Andre Iguodala’nın, bu takımda üçüncü-dördüncü skor opsiyonu olduğunda savunmada nasıl ön plana çıktığını hep beraber izledik. Takımın imzası niteliğindeki arka alan savunmasında Westbrook, Gordon, Derrick Rose, Stephen Curry ve hatta 33 yaşındaki Billups’ın nasıl yırtındığını da… Şampiyona boyunca Odom’ı rotasyonda Kevin Love’ın önünde tuttuğu için kıyasıya eleştirdiğim Krzyzewski’ye, Mr. Kardashian’ın final maçındaki performansından sonra bir özür borçluyum.

Bazen B yüzü şarkılarının, aslen varlık sebepleri olan A yüzü şarkılarının üzerine çıkabildiğinden bahsetmiştim. İstanbul caddelerindeki ter kokusundan duyduğu rahatsızlık dışında pek fark etmediğimiz Danny Granger da dahil olmak üzere, bu kadro sadece B yüzü şarkılarından derlenmiş albümler gibi. Ve bazen böyle albümler, grupların külliyatındaki en nadide yeri işgal edebiliyorlar. (Bir yazıda daha Oasis ismini geçirip, her gün sabahı Gallagher Biraderler’le ediyormuş izlenimi vermek istemem ama “The Masterplan” en güzel örnek olmalı.) Amerikan halkı da buradaki altın madalyayı bir formalite olarak görmeyip, bu şarkılarla ihya olmayı bilmeli. Zira bu çocuklar, 2008 takımına gösterilen sevginin daha da fazlasını hak ediyorlar.

Cem Pekdoğru, 2010
NBA Türkiye Ekim 2010 sayısında yayınlanmıştır.


4 Chauncey Billups - Oasis, Acquiesce
5 Kevin Durant - The Cure, This Twilight Garden
6 Derrick Rose - Siouxsie and the Banshees, Supernatural Thing
7 Russell Westbrook - The Smashing Pumpkins, The Aeroplane Flies High
8 Rudy Gay - The Beatles, Baby You’re a Rich Man
9 Andre Iguodala - Porcupine Tree, Access Denied
10 Danny Granger - The Smiths, Half a Person
11 Stephen Curry - Slowdive, Losing Today
12 Eric Gordon - Suede, Europe Is Our Playground
13 Kevin Love - Vedat Sakman, Birisi Var
14 Lamar Odom - U2, Sweetest Thing
15 Tyson Chandler - The Church, Life Speeds Up

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder