NBA TV’nin yayın akışında görmeye alışık olmadığımız kalitedeki Hornets - Thunder maçını ıskalamak yakışmazdı. Eve dolayısıyla kotalı internet ortamına geri dönüş yapmışken hele... Bu sene hakkı daha geniş çevrelerce verilmeye başlanan evladım Russell Westbrook’u da son dönemlerde ihmal ediyordum. Gerçi üç gecede ikinci Oklahoma City maçını izlemek de kolay bir karar değil, hücumlarının bu sezonki niteliğini göz önüne alacak olursak. Fakat rakip de galibiyet serisini dokuz maça çıkarma niyetinde olan New Orleans iken yeterli motivasyonu buldum. Dolapta tek içmeye değer şey olarak Ballantine’s mevcuttu, son iki NOLA maçı gibi erken kopma ihtimaline karşı ona da kıyamadım. “Kızla izlenir” diyerek seyre koyuldum.
Anlaşılacağı üzere benim dikkatimi daha çok celp eden eşleşme Westbrook-Paul arasında olandı. Chris Paul ve Deron Williams’ın lige adım attığı günlerin çok geride kaldığını söyleyemeyiz. Geride kaldı elbette ama NBA’deki olağan “iyi” oyun kurucu sirkülasyonuna göre Rondo-Rose-Westbrook üçlüsünün biraz prematüre doğduğu da açık. Şikayetçi değiliz elbette, hatta John Wall’un da arkayı dörtlemesi için bir gözümüz hep o tarafta. Konuya dönelim, Deron’ın oyun stilini damak zevkine her zaman daha uygun bulmuş biri olarak Westbrook karşısındaki Paul mutlak düşmanımdı bu gecelik. Fakat kolay bir görev olmadığı da açıktı. Zira sezonun ilk iki kapışmasının ikisi de Westbrook’un takımına gitmiş ve adamımız bu iki maçta 27 sayı, 10.5 asist, 4 ribo, 3 top çalma ile CP3’yi büyük oranda gölgede bırakmıştı. Hatta toplamda 4/6 ile üçlük atıp, artık karşısında duranın o sakatlıktan önce bıraktığı Westbrick olmadığını da açık etmişti rakibine... Bu iki maçı izlemedim ama aralarındaki gerilimin de hissedilir bir boyuta ulaştığı söyleniyordu. Unvanı için ona meydan okuyan bu yeni çocukların belki de en iyisine, Deron’a sunduğu ölçüde bir H2H avantajı bırakmak Paul’un istediği en son şeydir mutlaka. Fikstür açıklandığında Utah’ı görünce hissettiklerinin iki mislini bir başkasını görünce yaşamak... (Gerçi biraz toparlamış CP3 orada durumu, ama hala şu an itibarıyla 4-12 geride Deron’a karşı.)
Belki benim için maçın eşleşmesinin Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden gelen D.J. Mbenga ile hasbehas Kongolu Serge Ibaka arasındaki eşleşme olacağını söylesem daha havalı olabilirdi. Haftaya Bağış Erten tarafından “Yenilsen de Yensen de” programına falan çağrılırdım. Fakat biliyoruz ki, bunlardan birisi namını “Air Congo” olarak yürütse de, önümüzdeki sezondan itibaren İspanya milli takımıyla oynamaya başlayacak. Diğerinin Belçika milli takımının bir parçası olması ülkenin yapısını düşününce daha masum geliyor ve kökenleriyle muhtemelen daha barışık, fakat Congo Cash de bu işleri çok umursayacak bir mizaçta değil. Ayrıca bu satırların yazarının da Afrika’daki savaş ortamı hakkında bilgisi, “Hotel Rwanda” izledikten sonraki birkaç Google araştırmasından öteye gitmez. O yüzden samimiyeti bozmayalım.
New Orleans bu maça son sekiz maçında sahadan muzaffer ayrılmış takım olarak gelmişti ve sezona yaptıkları şaşaalı girişten sonra radardan düşmüşken, hissettirmeden yeniden iyi top oynamaya başlamıştı. Orlando’yu yendikleri maçı da izlemiştim. Özellikle bu sezon Monty Williams tarafından rotasyondan siktir edilen Marcus Thornton’ın geri dönüşünü müjdelediği bir maçtı o. Koçlar için zor bir oyuncu olabilir, Marco Belinelli de bu sezon takımın gücünü aldığı savunmacı yapısına daha uygun bir çocuk olabilir. Fakat Willie Green’in arkasına düşmeyi de ne kadar hak ediyordu, ya da NBA’de kaç oyuncu onun arkasına düşmeyi hak ediyor bu da tartışılır. Hatta bence tartışılmaz da ama, politik doğruculuk yapıyorum. Tortor’un aldığı o maçtan daha parıltılı olanlarsa son iki galibiyetti kuşkusuz. Atlanta ve San Antonio gibi ligin elit kesiminden iki takımı arka arkaya yenmek tek başına büyük bir işken, buna bir de stil kattılar ve iki maçta toplam 131 sayıya izin verdiler. San Antonio’dan yedikleri 72 sayının 11 tanesinin altında da -büyük bir hayal kırıklığı sonrası- ayaklı zafer purosu halini almış Tiago “Usta” Splitter’ın imzasının olması maçın gidişatı hakkında bir şeyler söyleyecektir. Diğerinde de Atlanta’nın guard ikilisi 35 dakikada sayı bulamamış, 0/15 ile şut atmıştı. (Marvin Williams over CP3? Ouch!)
Maçtan önce Şaban Işık’la da görüştüm. Gün boyu sokakta karşılaştığı herkesin, “Hocam her şey iyi güzel ama OKC ters takım, bu iki tecavüz rehavet yaratır mı” diye kendisini soru manyağı yaptığından bahsetti. Maçın ilk çeyreği de halkın endişelerinin çok yersiz olmadığının göstergesiydi. İleri istatistiklere göre NBA’in en iyi üçüncü savunma takımı olarak ölçülen New Orleans, ilk çeyrekte 33 sayıya izin verdi. Aynı New Orleans’ın ligdeki takımları ‘pace’ faktörüne göre sıraladığımızda da sondan üçüncü sırada yer bulduğunu düşündüğümüzde, Westbrook önderliğinde OKC’nin çabuk gelerek maksimum 1-2 pas üzerinden şekillendirdiği hücumlar doğru bir mantaliteyi işaret ediyordu. (Basketball-Reference vardır ve birdir.) Zaten takım sete oturduğunda ortaya çıkan çirkin görüntüleri düşününce bunu her takıma karşı birincil hücum planı haline de getirebilirlerdi gayet. Kevin Durant’in şutu elinden çıkarışı kesinlikle bugün NBA’de izlemeye değer şeyler listesinde ilk üçe girer. Belki Ray Allen gibi kusursuz bir şut mekaniğiyle atmıyor, fakat karşısında kim olursa olsun sanki öyle biri hiç yokmuş gibi davranarak atılan o şutları ligde başka birinden izleyemezsiniz. Aynı şekilde bir Russ-West bitirişindeki enerjiyi de artık herkes takdir etmeye başladı, taraflılık gibi bir sorunum yok. Fakat iyi bir resim yapmak için, çok iyi iki fırça darbesinin yeterli olmayacağı gibi OKC hücumu da bu iki silahına biraz fazla bağımlı. Birçokları Ron Adams ismini zikretmek konusunda fazla hevesli, fakat benim bu sezon izlediğim 4-5 OKC maçında rahatsız edici boyutlara ulaşan hücum monotonluğu idi maçların ellerinden kayıp gitmesine yol açan...
Burada parmakların göstermesi gereken kişi kim, tam olarak emin değilim. Buna cevap arayanın Sir Alp Akbulut olması daha sağlıklı olur. Sam Presti’yi övmelere doyamıyoruz, fakat bu takımı sözde değil gerçek bir ‘contender’ seviyesine ulaştırmaya hala bir hamle uzaklıkta olduğunu düşünüyorum. Bu da bedavaya Eric Maynor almak, ‘draft’ten Cole Aldrich “çalmak” gibi hamlelerden fazlası olmak zorunda. Bir küçük pazar takımı olarak, bu işte kurban edilecek isim de Jeff Green olacakmış gibi gözüküyor. Uzun bir süredir. Tamam, lige attıkları günden beri Durant-Green ikilisini hepimiz mütevazı bir Jordan-Pippen olarak görme eğilimindeyiz ve sonrasında gelip kendini ispat eden Westbrook’a rağmen Green hala bu takımın yapıştırıcı parçası. (Evet evet, Amerikalılar “glue guy” diyör buna.) Ama takımın maksimumunu Green ile görmesi bence çok mümkün değil ve yazın -lokavt durumlarını göz ardı ederek- piyasasını yükseltecek düzeyde teklifler alacağından eminim. Geçen yazı gördükten sonra özellikle. Onunla devam etmek finansal açıdan da en doğrusu olmayabilir yani. Asıl sorgulanması gereken isimse, geçen sezon dergi için sorduklarında COY adayım olarak ismini vermiş olmaktan utanç duyduğum Scott Brooks aslında. Yazı sonunda bir kez daha geleceğim...
İkinci çeyrekte bu bağlamda Oklahoma City hücumlarının tıkanmasını izledik hep beraber. Özellikle de iddialı takımlar içindeki en üretkenlikten uzak ‘second unit’ sahaya girip direksiyon Westbrook’tan Maynor’a geçtiğinde momentum da net biçimde el değiştirdi. Burada Ibaka’yı hariç tutuyorum elbette, fakat istikrarlı olarak Nenad Krstic’ten daha fazla süre aldığı ve genelde maçın sonunu getiren oyuncu olduğu için beni tekzip etmiyor onun kenardaki varlığı. New Orleans cephesinde ise Thornton’ın devreye girmesiyle ve Paul’un son dönemde hiç olmadığı kadar iyi şut atmasıyla maç dengeye geldi ve devre skoru da 50-45 ev sahibi lehine şekillendi.
Samuel L. Jackson ile falan konuştular sonra. “Takımın şehirde kalması için doluluk oranına bir çekidüzen vermeleri gerekiyormuş, benim de çorbada tuzum olsun diye geldim” dedi. Kaan Kural “New Orleans’ı sever o” dedi. İkisi de etkendi herhalde orada olması için. Bir maç önce saha kenarında Jeremy Piven’ı görünce “Satın mı alacak acaba” diye sormuştuk ister istemez. Halbuki Jackson’ın taşakları daha büyük. Popüler kültür yanılsamaları...
Erken iki faul sonrası kenara gelen ve ilk yarıda takılma modunda seyreden David West’in devresi oldu ikincisi. Devreleri attı. Maç toplarını kaçıra kaçıra atmayı öğrenmiş, bu sezon bir tane daha maç kazandırdığını hatırlıyorum böyle. 24 dakikayı tek kalemde sildiğimin farkındayım, fakat kayda değer bir farklılık yoktu oyunda benim adıma. Varsa da kusura bakmayın, belki fazla ayıktım... İlginç olan ben istatistiksel olarak çok daha büyük patlamalar yaşamış oyuncular varken Ibaka’yı sezonun geri kalan bölümü için MIP adayım gösterebiliyorken, NBA’de milyonluk kontrat alan birtakım uzun adamların hala elemanın orta mesafesine çıkmıyor olması. 9 sayı yağlamış, iki ya da üç tane orta mesafe soktu. 10 ribaund ve 2 blok da iliştirdi ki, ilk yarının son topunda Paul’e aşk ettiği blok büyük keyifti. “Yürü be” dedim... Zira Paul özellikle ilk yarıda esaslı bir Yıldıray Baştürk rolüne soyundu. Top getirirken Westbrook’a sürtüp yere düşmeler, ellerini açıp “Hocam kart” demeler... NBA’in en sempatik yıldızı yazın bu imajına gölge düşürdükten sonra, şimdilerde de gazeteci kimliğinden çok ‘flopper’ kimliği öne çıkıyor. Son dönemde ilk kez bu kadar yüzdeli attığı maçtaki 24 sayısı ve 9 asistinden önce bunu söylemek zorundaydım, kimse de kusura bakmasın... Gelin, hep birlikte izleyelim.
Son olarak tekrar Brooks Hoca’ya dönüyorum. 55 küsur saniye varken Westbrook’un sağına soluna bakmadan attığı ve ikiye bir imkanını murdar etmenin eşiğinden döndüğü hücumun faturasını sana kesemem. Sonrasında da Durant’in çizilen seti uygulayacak zamanı kalmamıştı, o ikiye biri korumak için zaten... Fakat New York maçının son topunda hiçbir şey çizmediğin ortaya çıktı, bunu Durant’in soktuğu acayip şutun örtmesini bekleme! Bunun üzerine kötü repütasyonu kırmak için iyi bir fırsat da gelmişti bugün. 0.5 saniye kenardan OKC topu oyuna sokacaktı ve 2 sayıya ihtiyaç duyuyordu. Hepimizin bildiği gibi 0.5 saniye oyuncuya ‘catch-and-shoot’ imkanı veren bir süre değil. Fakat Brooks’un bildiğinden şüpheliyim, zira Thabo Sefolosha topu eline aldıktan sonra bir kişi bile çembere doğru atak etmedi. Sefa da topu serbest atış civarında konumlanmış Ibaka’ya verebildi. Brooks’un çizdiği şeyde hata yoktur belki, oyuncular çizileni doğru uygulayamamış ve koşu yollarını yaratamamış olabilirler. Fakat New York maçı sonrası bu iki son hücum teşebbüsünün hiç iyi görünmediği de aşikar. Bir de West’in her Oklahoma City maçını iyi oynadığının farkındayım -Tık!- fakat birkaç maçtır dezavantajlı gördüğü West-Green eşleşmesini bozmak için uzun beşlere dönmeyi tercih ediyor Brooks. Bu bence en fazla takımın hücumdaki akıcılığı için yeni bir darboğaz yaratmaya yarıyor, sonunda West karşısındakini umursamadan yine maç topunu sokuyor. Biraz daha yaratıcı olsak mı?
Not: Fonda Schiavone-Wozniacki maçı olduğundan biraz dağınık oldu gibi yazı. Francesca Abla sağolsun Angela Gossow gibi çığlık atıyor her topta. Bir de nedense onu destekliyorum. Yürekli falan oynuyor da aslen yüz olarak iyi arkadaşlarımdan birini hatırlattığından seviyorum galiba. Gönül isterdi ki diğerine benzeyen, “inanılmaz tatlı göğüsleri olan” arkadaşlarımız olsun. Ama ne yaparsın?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder