Ocak 06, 2011
Fil İllüzyonu
Üç gündür batug.com’un geri dönüş heyecanına ortak olurken, bir yandan da siteye ne yazısı göndereceğimin kararsızlığını yaşıyordum. Güzel insan Kubilay Kahveci de tacizleriyle işimi kolaylaştırmadı sağolsun. Sonunda aklıma “asırlardır çağdaş” üniversitemde rastladığım 2-3 kafası sağlam hocadan biri olan Frazer Whyte’la geçmişten bir konuşmam geldi. Kendisinden Creative Writing dersini alıyordum ve Galatasaray’ın Seyrantepe projesinden daha sancılı ilerleyen büyük kısa film projemin senaryosunu iteleme yanlısıydım. Ben senaryoyu ‘yıkılan duvarların ülkeyi hiç terk etmeyecek gölgesinde yarım kalmış bir aşk hikayesi’ gibi süslü sözlerle pazarlamaya çalışırken, “Write what you know” diye sözümü kesti bilgece. Ona ait bir söz olmadığını biliyordum, fakat temelde çok basit gözüken bir şeyi hayatın anlamı gibi tınlayacak şekilde söyleyebilen o adamlardan biriyle karşı karşıyaydım. Düşününce son filmleri dışında bütün filmografisini -bütçe konusunda artık herhangi bir kısıtla karşılaşmamalarına rağmen- memleketleri Liege çevresinde yaratmış Dardenne Kardeşler falan geldi aklıma o gün. Anlaşılan daima akşamdan kalma gözüken bu İskoçyalı amca çok yanlış söylemiyordu. O yüzden yeni dönemde de bildiğim şeyi yazmaya devam ediyorum. Hola Ender!
Aydın Örs, Ergin Ataman ve Oktay Mahmuti şeklinde seyreden ve Hakan Demir’le devam etmesi beklenen zinciri 2007 yazında kırıp David Blatt ile anlaşan Efes Pilsen’in, geçmişteki başarıları geçmişteki isimlerle tekrarlama yönündeki iyimser düşüncesinin nasıl geri teptiğinden size bolca bahsettim son iki yılda bu satırlarda. Sekteye uğratılan bir döngünün, dışarıdan bir hamleyle yeniden çalışır hale getirilmesinin mümkün olmadığını anlaması da tam olarak o kadar sürdü Efes Pilsen yönetiminin. Aslında rutin öğrenme sürecini göz önüne alırsak, bayağı bir gelişmeden söz edebiliriz. Takip eden yaz ise kulübün geleceğini risk altına alan yasa tasarısı nedeniyle önlerini tam olarak göremediklerinden olacaktı ki, arkasında çok uzun bir düşünüş barındırmadığı aşikar Velimir Perasovic ismine yöneldiler. Bundan önce kısa vadeli işlerle kaybedecek vakti olmadığını herkesin bildiği Erman Kunter gibi bir basketbol adamına yapılan bir yıllık sözleşme teklifi ise -aslında bu yazıda bulunmayı bile hak etmeyecek kadar- aciz bir çabaydı. Fakat her zaman dile getirdikleri hükümet kaynaklı mağduriyetleri nedeniyle uzun vadeli planlar içine giremediğini düşündüğümüz aynı yönetim, herkesi yine ters köşeye yatırarak Sırbistan’daki en vaatkar uzunlardan biri olan Miroslav Raduljica’yla 2015 yılına kadar süren bir sözleşme imzalıyordu.
Diğer yurt dışı transferleriyse benim artık yazmaktan sıkıldığım klasik işleyişin birer sonucuydu. Hiçbir zaman üst düzey bir scouting sistemine sahip olmasa da özellikle ‘talent assessment’ hadisesinde doktora yapmış olan Mahmuti sayesinde lig içinden ve Balkan topraklarından iyi transferler yapan Efes Pilsen’in, zinciri kırdıktan sonra yaptığı tüm transferlerle bir benzerlik taşıyordu Lawrence Roberts ve Andrew Wisniewski isimlerinin seçimi. Bu iki Amerikalı’nın ortak özelliği eski kıtadaki kariyerlerinde hiçbir yerde tam anlamıyla olduramadıktan sonra, 2009-10 sezonunda nihayet bir patlama sezonu yaşamaları ve bunun sonucunda da “her oyuncunun bir fiyatının olduğu” kulüplerine iyi birer kar bırakarak transfer yapmaları. Efes Pilsen’i 3-4 sezondan daha uzun süredir takip ediyorsanız, kulübün eskiden bu tip transferlerde masanın alıcı tarafından ziyade satıcı tarafında yer aldığını zaten biliyorsunuz. O yüzden bu oyuncuların vatandaşları olan Marcus Brown, Trajan Langdon, Antonio Granger, Henry Domercant, Willie Solomon gibi isimleri hatırlatmam belki yersiz olacak. (Amerikalı olmasa da kolejden getirilip, iki senenin ardından Real Madrid’e satılan Kaspars Kambala’yı da ekleyin.) Bugünse bir oyuncunun -mesela- Pınar Karşıyaka’da geçirdiği sezonun ardından, Efes Pilsen’de parlatılıp Avrupa basketbolunun güç merkezlerinden biri olan -mesela- Olympiakos’a gitmesi artık mümkün değil. Ligimizdeki Amerikalılar Domercant’e karşı istedikleri kadar kıskançlık duysun, bir süredir yerel ligden Efes Pilsen’in ilgisini çekenler Erwin Dudley gibileri oluyor! Sahi o transfer neydi öyle? İnsanoğlunun 2010 yılında yaptığı en büyük gaflet olabilir mi? Bence kafaya oynar. “Ama Türk statüsünde oynuyor” popüler bir cevap, bunu gündeme getiren arkadaşlarla aynı havayı soluduğumuz gerçeğini zaten Beşiktaş’ın Marcio Nobre transferi sonrasında tecrübe etmiştik. Bir de Cenk Akyol transferi var bunun gibi ne idüğü belirsiz olan. Koçu eleştirmek için fırsat kollayan bazı köşe kadılarının “Ama dünya ikincisi milli takımın guard ikilisi” diye başlayan cümlelerine alet olmaktan öteye gitmiyor bu transferin fonksiyonu da. Hem de bozuk saatin doğruyu göstermesi gibi gelişse de, son dönemde şubedeki en mantıklı seçimlerden biri Perasovic iken. En azından bir önceki yazımda bahsettiğim kavramlardan "israflı yaratım" değil de, "yaratıcı israf" daha çok vurgu alacaktır Efes Pilsen rotasyonundan bahsederken.
Nikola Vujcic’i sona sakladım. Aslında en güzeli bu olduğundan değil, kronolojiye sadık kalmak istediğimden. Ama kariyerinin şu noktasından sonra rolünü bir noktada sabitleyebilirseniz ve çok ağır bir yük bindirmezseniz hakikaten de en faydalı olabilecek transferdi bu isimler arasındaki. Normal sezon aşamasında fena da iş yapmadı. Ancak hala sadece Darjus Lavrinovic savunduğu zaman eski günlerdeki gibi gözükebiliyor. Yine de Final-Four hedefindeki takımlar için, böyle yavaş yavaş oyuna elleri ya da ayaklarıyla değil de beyinleriyle hükmetmeye başlamış veteranların varlığı her zaman çok değerli olmuştur. (Burada UCLA ocağından kardeşim Çağrı Turhan’ın enfes Saras yazısına bir tık!) Efes Pilsen Final-Four hedefinde bir takım mı? Well, that’s what he said.
Geçtiğimiz senelerde teknik ıvır zıvırlardan daha fazla konuşuyordum, farkındayım. Fakat kendisini 10 yılı aşkın süredir Efes Pilsen sempatizanı olarak tanımlayan biriyseniz, bunlardan konuşmanın gittikçe daha zor bir hal aldığını siz de duyumsuyor olmalısınız. Top 16 döneminin başlamasına henüz iki hafta var ve bu dönemde yapılacak doğru eklemeler takımların çehresinde beklenmedik değişiklikler yaratabiliyor. (İki sezon önce Kerem Rusya’dan getirilmiş olmasaydı, takımın yine de şampiyonluğa ulaşabileceğini düşünen gerçekten var mıdır bilmiyorum.) Fakat kötü yapılan bir botoks nelere kadir, onu da Şebnem Dönmez’le karşılaşıp sesinden tanıyabildiğim günler çok yakın olduğundan iyi biliyorum. Bir devir kapanmış resmen... Geçen sezon Pops Mensah-Bonsu gibi bir fırsat varken uzun transferi yapmayıp, Bojan Popovic ile vasat bir back-up oyun kurucu tercih eden Efes Pilsen’in yaptığı ikincisine daha yakındı ne yazık ki.
Tüm bu transfer muhabbetlerini bir kenara koyarsak, Portekiz’den Türk sporunun kaderini değiştirecek bir üçlü de getirseniz Rakocevic’i merkeze oturtan bir sistemle Euroleague’de başarıya gitmenin mümkün olmadığını da hatırlatalım. Çok fazla ümitlenmeyelim diye... Çekilen grubun lanse edildiği gibi kuradan çıkan ölüm grubu olduğuna katılamayacağım. Real Madrid ikinci torba takımları içinde benim nazarımda tercih edilebilir olanlardandı. Efes Pilsen ve Partizan’dan birinin bunu başaracağına doğrusu çok inanmıyorum, fakat kura öncesinde Top 16’de gelecek bir hüsranın Ettore Messina’nın düşe kalka ilerlediği Real Madrid macerasının sonu olabileceğini düşünüyordum. O dahil herkes için hayırlı bir son olurdu bu. Geçen sezon daha kötü yönetilen bir Efes Pilsen’in İstanbul’da yendiği Montepaschi Siena’nın bu sezon daha iyi bir görüntü verdiği doğru. Fakat orada Ksistof Lavrinovic’in -kardeşi ölçüsünde olmasa da- yarattığı savunma problemlerinin, oyun kurucu bölgesinden sağlayamadıkları dış şut tehdidinin ilerleyen aşamalarda daha büyük problemlere yol açacağını düşünüyorum. Makyajın akması için bu grup çok büyük ihtimalle yeterli olmayacak, ama normal sezonun en iyi ikinci derecesine sahip takımı olmanın ağırlığını taşımadıklarından eminim. Final oynamaları beni epey şaşırtır en azından. Partizan ise deplasman koşulları açısından korkutucu olsa da, her gün herkese yenilebilecek kadar dağınık bir takım görünümünde. Hala takım demek iddialı olabilir, sadece bir oyuncu yığını. Efes Pilsen adınaysa normal sezonda Mike Batiste dışında hiç karşılaşmadıkları türden bir uzun olan Aborijin tosunu Nathan Jawai saha dışı koşullardan daha büyük bir problem kaynağı. Ayrıca 22500 kapasiteli bir salonu neyle doldurursan doldur, o Pionir atmosferini yakalaman mümkün gözükmüyor. (“Mümkün değil!”) Jawai sorununa çözüm olabilecek kadrodaki tek ismi ise top oynarken en son Adidas Cup için gittiğimiz Sinan Erdem’de görmüştük. Onun ne ölçüde hazır olacağı takımın 2-4 intervalinde salınması beklenen derecesinde belirleyici olacaktır. 2 daha yakın gözüküyor yalnız...
Daha teknik bir değerlendirmeyi Top 16 öncesinde sıcak sıcak servis etme temennisiyle huzurlarınızdan ayrılıyorum. “Sarunas Jasikevicius’un oynatılmasına yapılan itirazdan bahsetmemişsin ama” diyen çıkmaz sanırım onca eleştiriden sonra. Fakat onun da bazılarınca gereğinden fazla yorumlandığına inanıyorum. Efes Pilsen’in son yıllarda içinde bulunduğu acz için sembol olacak somutluklar arıyor olabilirsiniz. Buna gerçekten gerek yok. Sadece söyleyin, biz zaten anlarız.
Not: O kısa film senaryosunu tüm söylediklerime rağmen iteledim, onca dönem projesi içerisinde başka bir şeyle uğraşamazdım. Hem lisede okutulan kitaplar, izletilen filmler sayesinde duvarı genç Alman neslinden daha iyi biliyoruz muhtemelen. Aşkı da tattık bir şekilde. Bence olur yani. Zaten AA da geldi... (İTÜ öğrencisi vizyonu oley!)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder